20 Nisan 2016 Çarşamba

bir Rüya olarak Miyazaki

Rüyamı anlatıyorum boş sayfaya;  yeniden yeniden duyumsamak istediğim rüyamı:

Güneşli mi, bulutlu mu tam kavrayamadığım bir hava. Gökyüzü uçsuz bucaksız, sanıyorum gri-mavi. Kocaman bir köürünün üzerindeyim. Aşağıda engin, derin bir su var; nehir, belki okyanus? Köprüden çocukların yaptığı gibi seke-koşa geçiyordum. Bir şarkı var dilimde, daha önce bi Miyazaki filminde duyduğum o şarkı*.  İleride engin ovalar, dingin dağlar görünmeye başladı. Kendimi gördüm uzaktan, mutlu bir çocuktum. Bi Miyezaki karakterine benziyordum.  Ponyo ile Tottoro'daki ufak kız çocuğu karışımı, üzerimde masmavi bi elbise var. Ne yaptığını bilen bi çocuğum. Koşuyorum, dilimde o şarkı*

Sakin, yüce, dingin bi dünyanın içinde tek başımayım. Tarifsiz bir mutluluk; kendimi güçlü, bilge, doygun ve güvende hissediyorum. O anda ben ve hissettiğim mutluluktan başka hiçbirşey yok. 

Birden durdum. Geriye baktım. Yaşadığım tüm kaygılar korkular beni yolumdan geri çağırdı. Tedirgin oldum, zira bir başıma ve kocaman başka bi dünyanın içindeydim?  Sonra birden tüm tedirginliklerime, öfkelerime, korkularıma gülümsedim. Köprüden seke koşa geçmeye devam ediyorum. Kollarımı açıyorum, rüzgarı hissediyorum. Daha önce hiç olmadığım, belki olamayacağım  kadar bilge ve mutluyum. Mutluydum, sanki günlerce susuz kalmıştım ve uykumda dünyanın en berrak suyunu içmiştim.

Elbet uyandım :) ama bu rüyayı unutmak istemiyorum. Rüya devam etsin istiyorum, bu nedenle bu boş sayfaya yazıyorum.


* O şarkı bu videodaki 5:30. dakikada çocukların söylediği şarkıydı:

3 Aralık 2015 Perşembe

Boğulmamak için- George Orwel

Mahalle arası bir kırtasiyede 0,5 kalem ucu alırken, 1984 ve Hayvan Çiftliği eserleriyle tanıdığım yazar George Orwel'in Boğulmamak İçin isimli eserine rastladım.  Can yayın evinden Suat Ertüzün çevirisiyle yenice çıkmış. Arka kapaktaki tanıtım yazısını okuduğumda, boğulmakta olduğum şu sığ ve dar zamanlar için bir çare olacağını hissedip hemen edindim. 


Kitabı vasatça özetlersem:


"Kırkbeş yaşında, göbeği giderek büyüyen, evinin taksitlerini ödemekle uğraşan George Bowling, evli ve çocuklu, yeni takma dişlere sahip sigorta pazarlamacısı  bir adam. önce birinci dünya savaşını yaşar, sonra da faşizm yıllarını. yemek kuyruklarını, askerleri, gizli polisi ve zorbalığı seyreder. On altı yaşından beri hiç yapmasa da balık tutmayı çok seven  George cocukluğunun dünyasına, huzur ve sükun dolu bir yer olarak hatırladığı köyüne sığınmaya karar verir. Ancak...."



Bir sabahı anlatarak başlıyor anlatıcı hikayeye, öteki sabahlar gibi boğucu ve saçma bir sabah. Kitabın ilk bölümündeki  market sahnesi, kapitalizmin hayatları nasıl  yozlaştırdığına dair enfes bir anlatı.


Sonra savaşın gelişini bekleme:

" Aslında düşünülünce, şu an İngiltere'nin herhalde hiçbir yerinde bir yatak odası penceresinden makineli bir tüfek ateşlenmiyordur.
Ama ya beş yıl sonra? İki yıl sonra? Bir yıl sonra?"


Savaş yıllarında askerdir ve bir şekil yırtar ve hayatta kalır, sıyrılarak yeniden hayat kurar.


Yeni bir savaşın çanları çalmaktadır ve Faşizm gelmiştir. George çocukluğuna özlem duymaktadır. Onaltı yaşından beri hiç yapmasa da balık tutmanın keyfini uzun uzun anlatır:



"Amatör balıkçılıktaki balık adları bile bir sükuneti çağrıştırıyor. Kızılkanat, akbalık, incibalığı, bıyıkbalığı,tilapia, kayabalığı,turna,kefal,sazan,kadifebalığı. Tok isimler. Bu isimleri koyan insanlar makineli tüfek sesi duymamışlar, işten kovulmanın korkusuyla yaşamamış, aspirin yiyerek vakit geçirmemişler, sinemaya gitmemiş ve toplama kamplarından nasıl uzak dururuz diye düşünmemişler." 

Sonrası George'un hayatı ve içinde kalabilen özlemler, böyle şeyler işte. 


Tüm roman George'un zihninden aktarılır ve George aslında sevimli bir karakter falan değildir. Roman savaşı, faşizmi kurgusuna oturtsa da aslında insana dair olanı da işler.


Beni çok etkiledi bu kitap. İçinde bulduğum faşizan hayatın neler getirebileceğinin farkında mıyım?  Suriye'ye turist olarak gidip oradaki muhteşem güzellikleri ve sakin hayatı anlatan arkadaşlarım gibi ben de inanmak istemiyorum Ora'da olanlara ve burada olacak olanlara. Ama gerçek acı ve artık  kapımızı çalıyor. "Faşizme karşı omuz omuza"  artık içi boş bir slogan olmamalı.



yazarın ilginç hayat öyküsünü alıntılıyorum (elbet bu öyküyü  bilip yazara burun kıvırmıyorum)  :


GEORGE ORWELL, 1903’te Hindistan’ın Bengal eyaletinin Mon­tihari ken­tinde doğdu. Ailesiyle bir­lik­te İn­gil­te­re’ye dön­dük­ten sonra, öğ­re­ni­mi­ni Eton College’de ta­mam­ladı. Ger­çek adı Eric Art­hur olan Or­well, 1922-1927 yılları arasında Hin­dis­tan İmpa­ra­tor­luk Po­li­si ola­rak gö­rev yaptı. An­cak im­pa­ra­tor­luk yöne­ti­mi­nin içyüzünü gö­rün­ce is­ti­fa et­ti. 1950’de yayımla­dı­ğı Shooting an Elephant (Bir Fili Vurmak) adlı ki­tabı, sömürge me­mur­larının dav­ranışlarını eleş­ti­ren ma­ka­le­lerin der­le­me­si­dir. İkinci Dünya Sava­şı’nın son­la­rı­na doğ­ru yazdığı Hayvan Çiftliği, Sta­lin re­ji­mi­ne karşı sert bir taş­la­madır. Or­well’in en çok tanınan yapıtlarından Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bi­lim­kur­gu türünün kla­sik örnek­le­rin­den bi­ri ol­manın yanı sı­ra, mo­dern dün­ya­yı pro­tes­to eden bir ro­man­dır. Burma Günleri ise, Orwell’in Bur­ma’da­ki (bugünkü Myanmar) İn­gi­liz sö­mür­ge­ci­li­ği­ni di­le getirdiği ilk ki­tabıdır. Orwell 1950’de Lond­ra’da öldü.

28 Nisan 2015 Salı

Beş PAralık Roman- Bertolt Brecht

Beş Paralık Roman,  kapitalizm denen sistemin pisliğini tokat gibi çarpıyor  okurun yüzüne.  Hikaye 1900 lerin başında geçse de, yaşadığımız zamana ait gibi. Sistemin ve pisliğinin hiç değişmediğine tanık olmak tuhaf. Topu sisteme atıp bir köşeye oturmamış Brecht, (belki bu nedenle bunca etkili ve ölümsüz?) roman boyunca bireyler derin bir sorguda.

Gerçekten çok etkilendim,  Sevgi Soysal gibi  eşsiz bir yazarın çevirisiyle İletişim yayınlarından çıkan Beş Paralık Roman'dan.  Roman hakkında en güzel değerlendirmeler Walter Benjamin'in sonsözünde, kitabın içerisinde. Brecht Üç Kuruşluk Opera'dan sonra yazmış bu romanı. Ben bu romanın önceli olan oyunu okumamış, herhangi bir yorumunu izlememiştim, en kısa zamanda yapabilmek istiyorum.

"Evet yaşamak için yemek gerektiği muhakkak. Ama yemek, yaşamak için yeterli değil. İnsanlığın en önemli güdüsü kendisini ifade etmektir, yani kişiliğini edebileştirmek  Bunun nasıl ve ne yolda olması önemli değil. Biri ata binmek ister, öbürü masa yapmak ister; sevgili tahtasını eline alıp, aletleriyle bir odaya kapanmaktan mutluluk duyar. Bir şey istemeyen, her şeyi sadece para kazanmak için yapan insan zavallının biridir, sonunda istediği parayı kazansa da. Önemli olan eksiktir onda. Bir şey olmadığı için bir şey yapmak istememektedir." -s137

"Bir hırsız bir bonoya karşı nedir ki? Bir banka soygunu, bir banka soygunu bir banka kurmanın yanında nedir? Bir işçi kullanmanın yanında bir adam öldürmenin sözü mü olur ? Bundan bir kaç yıl önce bütün bir sokağı çaldık, tahta parkelerden yapılma bir sokaktı bu, bu tahta parçalarını kazıp çıkardık, yüklendik ve götürdük. Yaptığımızın olağanüstü bir başarı olduğunu sanıyorduk. Aslında boşuna uğraşmıştık. KEndimizi de boşuna tehlikeyeatmıştık. Kısa bir süre sonra, belediye meclisi üyesi olarak ihale dağıtımıyla uğraşmanın çok daha verimli bir iş olduğunu öğrendim."-s-216

10 Nisan 2015 Cuma

Pride

Pride, "Onur" demek. Onurlu insanları konu alan bir film izledim bugün. Film, Thatcher hükümeti zamanının İngiltere'sindede  geçiyor. İlk sahnede televizyonda konuşuyor demir leydi. Konuştukça onurlu bir gencin gözündeki kararlı bakışı görüyoruz. Sonraki sahnede genç, rengarenk  onur yürüyüşünde ( 1984 Londra onur yürüyüşü), başka birsürü LBGTli gibi.

Maden işçileri grevdedir. Bir grup gay ve lezbiyen aktivist, yürüyüş sonrası  polisin, iktidarın ve medyanın greve karşı tutumunun kendilerine karşı yapılanla aynı olduğunu düşünür ve greve destek olmaya karar verir. Artık bir isimleri vardır: lezbiyenler ve gayler madencilerle  dayanışıyor (L.G.S.M ) . Ancak sendikalar LGSM nin maddi desteğini görmezden gelirler ( ya da red ederler). LGSM direk madencilerle temas kurar. Sonrasında birbirinden habersiz iki farklı dünya arasında iletişim ve dayanışma başlar. Elbet bir sürü badireler atlatırlar ve sonuçta hayatta güzel şeyler de var ve filmi izleyip görmekte fayda var.

Filmde madencilerden biri Londra'ya LGSM üyeleriyle tanıştıktan sonra bir konuşma yapıyor. İşte o konuşma bütün dillere çevrilmeli ve bütün ezilenler dillendirmeli:

Bize paradan daha büyük bir şey verdiniz, arkadaşlığı...
Eğer kendinden daha büyük, daha güçlü bir düşmana karşı savaş veriyorsan ve varlığından habersiz olduğun bir arkadaşın sana el uzatıyorsa işte bu dünyadaki en güzel duygu...

Gazetede  madencilerin LSGM ile dayanışmasını iğrenç bir dille eleştiren bir yazı çıkar. Madenci kasabasında (Gallerde ufak bir kasabadır) LSGM ye mesafeli bir madenci gazetedeki yazı üzerinden dayanışmayı eleştirir. Diğer madenci der ki :

Benim/Bizim hakkımızda neyi doğru söyledi ki, benim hakkımda söylediklerine inanmıyorum, neden Lezbiyen ve Gayler hakkında söylediklerine inanayım?


Bu filmin en güzel yanı, gerçek hayattan alınmış olması. Tüm o kişilerin, dayanışmanın hepsinin gerçek olması. Darısı bir gün memleketimin başına...

Bu yazıyı da okumalı:

http://www.pembehayatkuirfest.org/464/madenciler-ve-lgbt-aktivistlerinin-ilham-verici-dayanisma-hikayesini-anlatan-pride-istanbul-film-festivalinin-katkilariyla-turkiyede-ilk-kez-4-pembe-hayat-kuirfestte/

7 Nisan 2015 Salı

J. B. Morrison - Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı

Halihazırda iki romanın yazarı olan J.B Morrisson aynı zamanda müzisyen. Müzik dünyası O'nu Jim Bob olarak  tanınıyor (The Doors solisti Jim Morrisson ile olan isim benzeriliğinden dolayı  Jim Bob'u kullanıyormuş). 1960 doğumlu olan usta ingiliz müzisyen Jim Bob, Carter the Unstoppable Sex Machine (Carter USM) grubunun solisti. Carter USM ile Bob'un,  14 top 40 single'ı ve bir  1 numara albümü mevcut. Müzisyen yazarımızın,  pek çok solo albümü  ve  bir film seneryosu var. Daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Jim_Bob  

Yazarın dilimize çevrilen ilk kitabı, "Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı",  oldukça sıradışı, eğlenceli,  bazen de hüzünlü bir roman. Romanında çokça müzik dünyasına,  dizilere, müzikallere ve özellikle sinema filmlerine  gönderme yapılmış. Kitap boyunca referansı kaçırır mıyım diye korkmanıza gerek yok,  çevirmeninin dipnotları sayesinde okur ustalıkla bilgilendiriliyor. Romandaki  betimlemelerin, başka eserler referans verilerek yapılması, bende keyifli bir etki bıraktı. Yeniden ve başka gözle izlemek istediğim film listem genişledi.

Romanın hikayesini  anlatan  Frank Derrick, aynı zamanda romanın kahramanı. Frank, karısını kaybetmiş,  kedisi Bill ile birlikte yaşayan, yaşlı  bir adamdır. Evinde DVD izyerek,  hayır kurumundan  işe yarar-yaramaz şeyler alarak vakit geçirir. Los Angeles'da yaşayan kızı ve torunu ile haberleşmek için kütüphanenin bilgisayarını kullanır.  Eski bir punk rocker olan yegane dostu,  kokuşmuş John'u,  kaldığı huzur evinde ara sıra ziyaret eder. "Böyle şeyler işte"*


Kahramanımız Frank'in, sıradan görünen bir yaşamı  olsa da  renkli, eğlenceli bir iç dünyaya sahiptir ve  yaşlı olma durumuna elli yaşından beri hiç alışamamıştır. Seksen birinci doğum gününde bir süt kamyonunun çarpması sonucu Frank'in ayağı incinir,  kolu kırılır. Amerika'da yaşayan kızı ve torunu hayatlarının yoğunlukları nedeniyle Frank'i ziyarete gelemezler. Kızı Frank'e babasına yardımcı olması için bir kaç aylığına  bakım hemşiresi tutar. 

Kelly Christmas,  her pazartesi  belli saatlerde Frank'e yardım eder. Frank'in yaşamını, hemşire Kelly ile değiştirecektir.  Kelly'nin Frank ile geçireceği zamanın sonu vardır.  Peki, sonra neler olacak? 


Bu roman,  hayata güzel, güneşli ve gerçekçi bir bakışla yaklaşıyor. Okura da eşsiz bir tat veriyor:

"... eski bir 'Çıkış' tabelası buldum. En azından insanlar nereden çıkacaklarını bilecekler." * 


*Kitaptan ufak tefek alıntılardır.



1 Nisan 2015 Çarşamba

Soğan

Bir fincan kahve içmek için boğaz manzaralı bir kafeye gittim. Tüm masalar doluydu. Pencere kenandaki  masada tek başına oturan kadın, el kol hareketleri yaparak  beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde kalkacağını söyledi ve beni masaya buyur etti. Teşekkür edip karşısına oturdum. Kadının suratı bir nedenle şişmişti. Gergin, pürüzsüz, dümdüz bir yüzü vardı. Üzerinde özensizce giyildiği belli, pahalı markalı giysiler vardı. Çantasına kitabını ve kalemlerini koydu. masada duran zarfı bana uzatarak iyi günler diledi. Şaşkınlıkla zarfı alarak gülümsedim bu tuhaf  kadına.

Garsona sütlü kahve ve kek söyledim. Merakıma engel olamayarak  zarfı açtım:
Saat 14:30 oldu. Zaman daralıyor. Makinada çamaşırlar dönüp duruyor. Mutsuzum ve soğan kokuyorum. Kalem tutan ellerim ve tüm bedenimi soğanla ovaladım. Beni bu hale, ben getirdim. Mutsuzluğumun nedeni kokudan mı? İnsan nasıl, ne şekilde  mutlu olabilir? Hangi yol mutluluğa vardırır? İçim alkol ve öfke dolu, kendime duyduğum öfke. Yapacak pek çok şey varken, kendimi soğan doğrarken buluyorum. İnsanlarla iletişmiyorum. Bazen kendimi, yüzümde zoraki bir gülümseme eşliğinde birilerine yemek tarifi verirken buluyorum. Sonrasında şu hastalığa bu iyi geliyormuş gibi şeyler deyişiyoruz tarif verdiklerimle, fiskos masası civarında. Konuştukça büyüyor karnım. Karnım büyüdükçe ben küçülüyorum.

Dedim ya, her tarafım soğan kokuyor. İçi çürümüş bir soğan gibiyim. İletişmediğim insanlar derdimin olduğunu söylüyorlar bana. Halının altına bile baktım. Bana ait bir dert bulamadım etrafta.

Tanrım tanrım! Tanrım?  Tanrı! ulu ve yüce olacağına çük kadar kalmışsın. Nereye gireceğini şaşırmış bir çük kadar. Kuklası olmuşsun zalimin. Yırtık dondan çıkar gibi olur-olmaz her yerdesin. Tanrı artık sen de benim değilsin. Ah Tanrı, seni bulsam, parça pinçik iğdiş edeceğim. Ne olmuş bu yarattım serüven? Senin kaderinde çük kadar olmak mı vardı? Sen mi sürdün bu soğanları elime? Kafamın içi soğan kokuyor. Oysa hayata şen kahkahalar yaraşırdı.

Ruhum kaçıyor, ben kovalıyorum. Sonra, sonra birden düştü ruhum, ayaklarım tam dibine. Ruhum bayıldı diye soğan kırıp yanına koydum. Soğanın kokusu bayılanı ayıltır sandım. Çok faydalıymış soğan, öyle duydum. Lakin ölmüş ruhum, ayaklarımın tam dibinde. Toprağın öte derin dibine gitti sonra. Ruhumdan hiç iz kalmadı geriye. Soğan kokusundan kaçtı ruhum... dedim kendi kendime.

Ruhum geri gelsin diye etraftaki (etraf dediysem üçodabisalonçiftveceli ev) soğanları attım. Her yeri hipoylan temizledim. Hipo  zararlı diyorlar bedene. Belki iyidir ruhlara? Ruh çağırıyorum, üçodabisalonçiftveceli evde. Geldiysen ruh, ruhum! masanın üstündeki fincanları kıpırdat. Kıpırdamıyor fincanlar. Zaman daralıyor. Dar zamanlarda makina çamaşırları döndürüyor. Zihnimde türlü makinaların çıkardığı çığlıklar yankılanıyor. Kendimi dışarı atıyor, bogaza karsi bakiyorum.

Boğaza karşı da, boğazımı çok sıkıyor hayat. Neyse!,  Boğazım hala yerinde.


Garson sparişimi getirdi. Ama boğazım, bogazımdan geçmedi hiçbiri.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kafamda bir tuhaflık - Orhan Pamuk

Daha önce okuduğum kitapları İletişim yayınlarındandı Orhan Pamuk'un. Artık YKY'den çıkacakmış kitapları. Nobel ödüllü yazarımızın  İletişim yayınlarından YKY'na geçmesine bir okur olarak içerledim. ELbet YKY gayet güzel, güzide bir yayın evi. Amma ve lakin bir bankanın arkasında olduğu bir yayınevi, şimdiye kadar gayet sanatın ve sanatçının dostu, özgürlükçü vs ama işte, arkasında çok güçlü koca bir bankanın olması  beni huzursuz ediyor. İletişim gibi memlekette gerçekten faydalı eserler vermeye çalışan, 'ciddi' bir yayın evinin olması çok değerli. Bu nedenle Orhan Pamuk'a iletişim yayınları aracılığıyla ulaşabilmeyi isterdim. Neyse, üstüme vazife olmayan meselelerde daha fazla konuşmayayım. Nedense trafiği cılız şu zavallı blogumda buna değinesim geldi. Bir de sevgili nobelli yazarımızın politik çıkışlarına değinsem mi? Hayır artık bırakayım  hem işim, hem haddim olmayan yorumcuklarımı ve bir okur olarak yazarın eserlerine  döneyim.

Yazarın en sevdiğim tarafı, tüm içtenliği ve açık yürekliliği ile yazma serüvenine ilişkin deneyimini  okuyucu ile paylaşması. Bu nedenle kendisinden sonra da yeniden üretilecek, düşünülecek bir yazar. Yazarın zihnini, kurgularkenki deneyimini merak edenlere "Saf ve düşünceli romancı" yı okumalarını tavsiye ederim.  Yazarın "Masumiyet Müzesi" ile edebiyata ve müzeciliğe ilişkin  çok özel harman bir eser vermesi de çok değerli.

Orhan Pamuk'un bir edebiyat dehası olduğunun kanıtı gibi Kafamda bir tuhaflık. Hiç bilmediği insanların hiç görmediği hayatlarını, 60'lardan günümüze değin  anlatıyor bu sefer.  Yoksul insanların hayatlarında, zihinlerinde dolaşırken Türkiye tarihi belgeseli izler okuyucu aynı zamanda. Siyasi olarak da derin ve iyi bir roman.  Anlatım tekniği de çok yetkin. Kafası tuhaf olan ana kahramanımız Mevlut türlü seyyar satıcılık, büfecilik vs işleri yapar İstanbul sokaklarında. Bozacıdır ruhu aslen. Müthiş güzeldir bozası,  bunu kitabı okurken kokladığınız, tatığınız bozadan anlayabilirsiniz. Kitap okurken deli divane gibi boza aradım pastanelerde. Birkaç tanesini denedim, hiç Mevlut'unki gibi hoş, tam kıvamında değildi.  Tabi şimdi plastik şişelerde el değmeden yapılıyor da ondan. Rahiya ve Mevlut'ün sevgisi yok bu yeni nesil bozalarda.

Kitabın ayrıntısına çok girmek istemiyorum. Neden bilmem, sonlara doğru biraz sıkıldım. Bence yazar, sıkıldığım bölümde romanın ritmini özellikle sevimsizleştirmiş. Belki de bu Pamuk'un şehr-i İstanbul'un değişiminden duyduğu rahatsızlığı yansıtıyor?

Orhan Pamuk, hikayesini anlatırken, kahramanın zihnine bile soksa bizi, duyguyu çok ayrıntılı anlatmıyor. Hatta bazen oldukça mekanik bir biçimde veriyor.  Kafamda tuhaflık da böyle. Fukaraların hayatı, duyguları gayet mekanikçe anlatılıyor ama okuyucu o hayatın duygusunu roman boyunca  bulabiliyor. Sanıyorum Pamuk anlatımında okuyucunun doldurabileceği boşluklar bırakıyor ve her okuyucu duygusunu kendi buluyor. Belki de  Orhan Pamuk'ğu  tüm dünyanın anlama ve sevme nedeni bu.

Bu yazıyı iliştiriyorum:
 http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/184823/_Kafamda_Bir_Tuhaflik_.html

12 Şubat 2015 Perşembe

Beyaz Tuval -Benjamin Stein

Metis yayınları türkçeleştirip yayınlamış Stein'in romanını. Kitabın kurgusundan çok etkilendim.
Bu roman aslında iki farklı roman. Okuyucuya  bir olay-zaman  iki farklı anlatıcı tarafından aktarılır. Kitapta arka kapak yoktur. Kitabın bir tarafı Jan Wechsler tarafından  anlatılan hikayedir. Kitabı çevirirseniz,  Amnon Zichroni tarafından anlatılan hikayeye geçiş yaparsınız. Hangi hikayeye başlayacağınız size kalmış. İsterseniz bir hikayeyi yarım bırakıp diğer hikayeye geçiş de yapabilirsiniz. Ben önce Amnon'un , sonra kitabı çevirip Jan 'ın hikayesini okudum.

Son zamanlarda farklı bakış açılarının irdelendiği çokça edebiyat ve sinema eseri inceledim. Hepsi ayrı keyifliydi. Beyaz tuval, polisiyesi oldukça güçlü bir eser. Roman, dini hayatlarının göbeğine oturtmuş yahudiler arasında geçiyor.  Hayatıma çok sevdiğim Yahudi insanlar girdi, ama ben onların kültürleri, dini ritüelleri konusunda bilgisizdim. Türkiye'de yaşamanın özellikle Yahudiler için çok güç olduğu aşikar. Sanıyorum ki bu nedenle kendi kültürlerini dışarıya belli edemiyorlar. Neyse bu romanla dini nasıl yaşadıkları, ritüelleri vs. konusunda oldukça bilgi sahibi oldum.

Ben romanın kurgusunu çok zekice buldum. Yazara ait bilgiler şöyl:

Benjamin SteinBenjamin Stein 1970 Berlin doğumlu, 1982'den itibaren çeşitli dergilerde şiir ve kısa edebi metinler yayımlamaya başladı. Liseden mezun olduktan sonra bir süre bir yaşlılar evinde kapıcı olarak çalışan Stein daha sonra Judaistik ve Hebraistik öğrenimi gördü. İlk romanıDas Alphabet des Juda Liva'nın (1995) yayımlanmasının ardından çeşitli Alman ve ABD bilgisayar dergilerinde muhabir ve redaktör olarak görev yaptı. 1998'den beri bilişim teknolojileri alanında danışmanlık yapıyor.
Kazandığı pek çok edebi ödül arasında Beyaz Tuval romanı için verilen Tukan Ödülü de var. Edition Neue Moderne adlı yayınevinin sahibi olan Stein, 2012 yılında Replay adlı bir bilimkurgu romanı yayımlamıştır.

10 Şubat 2015 Salı

Aynalar - Eduardo Galeano

Adem- Havva çiftinden başlayıp günümüze uzanan insanlık tarihinin öyküsünü özel bir dille anlatıyor Galeano. Bu dil, tarihin yepyeni dili: heyecan verici, dinamik, öfkeli, mutlu, hüzünlü, enerjik, okuyucuyu dönüştüren, zihne olayı mıhlayan bir dil.

Eğer siz de tarih okumak istiyor ama, tarihin ağırlığı altında nefes alamadığınız için okumayı başaramıyorsanız Galeano okuyun. Ve dünya/memleket daha yaşanır bir yer olsun istiyorsanız, eşe dosta ona buna okutturunuz. Lise öğrencileri bu kitabı okusa ne muhteşem bir gelecek olur.


23 Ocak 2015 Cuma

Kir

Çocuktum ya daha, apışaramdan kan geldiydi. Korktuydum ben çok, pek çok. Kime ne desem bilemediydim. Annem anladıydı da bana: kirlenmişsin, kir bi ömür her ay gelip seni bulacak dediydi. Korkumun üstünü bir de utanç bürüdüydü.

Yasemin diye bi kız oturdu anfide yanıma. Benim gibi uzaklardan gelmemiş Yasemin. Buradaymış hep, İstanbulda. Burnunda delik, delikte parlayan bir noktası var. Saçını kesip atmış Yasemin, oğlan gibi. Hep kısa etekliği.

Bi ay başımda, Bu dünyanın kiri akan kandan dedi Yasemin. Çok utandım kirim belli oluyor diye. Bana kitaplar, dergiler verdi Yasemin. Dergide mor yumruklar. Apışaramıza göz dikenlerin akıttıkları kandanmış dünyanın kirliliği. Savaşlardan, sömürü düzenindenmiş bunca kan. Yasemin bunları dedi, benim utancum da, korkum da  gitti.

Çok kızıyorum ben apışaralarına göz diken, kan döken, sömürü düzenine. Dünyada çok kanlar dökülüyor. Bu kan dinmeli. Dün okula polis geldi. Yasemin'i aldı götürdü.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Roberto Bolano - 2666

Daha önce Bolano'nun " Uzak Yıldız " kitabını okumuş,  çok etkilenmiştim. Faşist darbeyle dünyası allak bullak olan sanatçıların dünyasına konuk ediyor Uzak Yıldız. Aynı zamanda sanatın nasıl iş birlikçi hale gelebildiğini, iktidarı  meşrulaştırıp besleyebildiğini  de şiirsel bir dille anlatıyor.

Bugün de Yazarın 2666 adlı eserini bitirdim.  Okuduğum kitap, Pegasus yayınlarından Zeynep Heyzen Ateş çeviriyle yayınlanmış. Tuğla cinsinden, bin sayfa  bir kitap. Etkileyici bir hikaye anlatıcısı Bollano. Hiç boğmuyor okuyucuyu. Çeviri de oldukça iyi. Kitabın arkasındaki çevirmenin notundan anlaşıldığı üzere çok titizlikle ve hazırlanmış kitap. 
2666, yazarın 2003 de 50 yaşındayken ölümünden sonra yayınlanmış. Girişte yazarın varislerinden not var. Yazar kitabı yazarken ölümünün yakın olduğunun farkındaymış. Yazarın son rötuşlarını yaptığı bir metin değil 2666.

2666, Beş bölümden oluşuyor, aslında beş kitaptan da denilebilir. Her bölüm/kitap ayrı ayrı okunabilir. Ancak  kişiler, olaylar her bölüm/kitapta kesişiyor bu nedenle kitapları yayınlanan sıraya göre okumak ayrı bir tat veriyor.  Aynı duruma/zamana bambaşka bakış açılarından dahil oluyor okuyucu. Anlatım biçimi sürükleyici, merak uyandırıcı.  Dünyanın çirkin tarihinde, ters yüz olarak dolaşıyorsunuz kitap boyunca. Tarihteki soykırımlar, cinayetler tüm çıplaklığıyla yüzünüze vuruyor, bu nedenle okurken çok can yakıyor. 
Dehşetin tüm gerçekliğiyle aktarılması konusunda kafam çok karışık. Düşünüyorum da; örneğin vahşeti tüm çıplaklıyla ortaya koymak, şiddetin yeniden üretilmesine sebep mi oluyor? Bu romanı okurken de bu soruyla çok uğraştım. Neyse, yazar okuyucuya bir "ders" vermiyor. Kafanızda türlü cevapsız sorular kalıyor. 2666 oldukça etkileyici, sıra dışı bir roman. 

Neden 2666? 
Cevap : ?


Archimboldi’yle İlgili Bölüm'den alıntılama:
...‘Tarihi iyi kavrayamıyorum ve bilgilerimi tazelemem gerek.’'Ne için?’‘Boşluğu doldurmak için.’‘Boşluklar dolmaz,’ ...




6 Ocak 2015 Salı

Ah

Çocukların katline alıştırılmış zavallı insancıklarız.
Rüyalarımız alınmış,  yerine cinayetlerin suretleri sürülmüş.
Ölümden kaçabilenlerimizin çocuklukları öldürülmüş.
Ceset olmuş ruhlarımız,
bundan mıdır ağlayamayışımız?


31 Aralık 2014 Çarşamba

yenik

Genç adam pencereden dışarı seyre daldı. Işıklarla süslenmiş sokakta insanlar bir başlarına yürüyorlardı. Pencerenin  önüne geldiklerinde abartılı   kahkahalar atarak "çok muyluyum" diyorlardı.  Genç adam, sokaktaki herkesin yüzünde abartılı makyaj olduğunu fark etti. Banyoya gidip makyaj yaptı. Şık bir kıyafet giyerek sokağa çıktı. "Işıklı sokakta yürümek çok eğlenceli"  diye düşündü. Pencerenin önünde durdu, ağzını kocaman açtı , " Hah! hah! hah! çok mutluyum" dedi ve yürümeye devam etti. Bu sırada pencereden genç olmayan bir adam bakmaktaydı.

Genç olmayan adam "NE YENİK BİR ZAMAN" diye düşündü. Giderek büyüyen karnını okşadı. Bu uydurmacayı anlatan kişi endişeli: Doğum ne zaman bilinemiyor. Doğacak bebeğin neye benzeyeceği konusunda ise büyük kaygı içerisinde. Genç olmayan adam huzurlu bir gebe. Genç adam ise ışıklı yolda yürümeye devam ediyor.


17 Aralık 2014 Çarşamba

Sesime Gel

Dengbej anlatır hikayeyi, Berfe' nin hikayesini. Temo'nun anası, Jiyan'ın nenesidir Berfe. Hikaye güneşin zaptedildiği, insanın insanı kırdığı bir zamana götürür bizi.


Hikayeyi özetlemek istemedim, http://www.beyazperde.com/filmler/film-226437/  daki kuru özeti yapıştırıyorum:

Berfe 60 yaşında bir babaannedir, 8 yaşındaki torunu Jiyan ile beraber yaşamaktadır. Bir gün jandarma gelir ve Berfe'nin oğlu, Jiyan'ın da babası olan Temo'nun tutuklandığı haberini verir. Zira yaşadıkları köydeki bütün erkeklerin silah sakladıklarına dair bir iddia vardır. Silahlar teslim edilene dek tutuklananlar da serbest kalamayacaklardır. Fakat ne Berfe’nin ne Jiyan’nın saklanan herhangi bir silahtan haberi vardır. İkisi çaresiz biçimde bir silah bularak karşılığında Temo’yu kurtarmak için yola koyulur…  

Anlatılan hikaye doksanlı yıllarda geçer. Film boyunca boyunlarına sarılıp koklamak istediğim karakterleri kaybetme tedirginliği yaşadım. Sanki film kurgu değildi. Filmdeki oyuncular filmin  duygusunu çok yetkin bir şekilde izleyiciye aktarıyordu. Biraz önce film hakkında yazılanları okudum, oyuncular filmin çekildiği yerde yaşayan yerel insanlarmış.  

Filmde hikaye içinde anlatılan hikayeler var. Berfe'nin geçmişini de hikaye içindeki başka bir anlatıcıdan dinleriz. Berfe'nin film boyunca Jiyan'a anlattığı masal, sonra Jiyan'ın anlatıcılığı...
Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa dillendirilip dirilen hikayeler. Üstü hiçbir zaman örtülemeyecek olan hikayeler... 

Barışı işaret eden bu film üzerine çok şey söylenebilir. Amma büyük laflar edecek ne takatım, ne de haddim yok. Filmin çekildiği mekanlar, mekanların hoş sesleri, kokularından çok keyif aldım. Müzikler de filmin ruhunu iyi beslemiş. Diyor ve konuyu açmıyorum.  

Dört yüce, gri, beton duvar arasına  kısılı kalmış, zavallı  hayatlarımızda memleketin türlü acıtıcı hikayesi yankılanıyor. Çıkamıyor beton duvarlardan dışarı  memleketin hikayesi. Bizim ağrımız  bundan dinmiyor.  Görmedik ama biliyoruz, hepimiz biliyoruz! 

10 Aralık 2014 Çarşamba

Tampon

Aynı şirkette çalışıyorduk. Aslı satış direktörüydü. Ben de insan kaynakları. O'na iyi elemanlar bulurdum hep, aramız iyiydi. Çocuk istiyordu ama olmuyordu. İlk eşiyle de çok denemiş. Genç bir adamla iki senelik evliydi. İyi çocuktu kocası, haftada bir ofise çiçek yollar, hoş sürprizlerle şımartırdı O'nu.

Benim doktoru önermiştim çok iyi doktordur. Tam ümidi kesmiştim ki kucağıma aldım nur topu gibi ikizleri; biri kız, biri oğlan. Aslı'da  denedi benim doktoru , ama bir türlü tutmadı tüp de. Sorun da yokmuş aslında, öyle söylemişti. Galiba az vakti kaldığını düşünüp stres yapıyordu. Aslında çok güler yüzlüydü,  kafasına takmazdı pek bir şey.

Burnuna deviasyon yaptırmıştı. Hafif kemeri vardı, onu da törpületmişti. Burnunun son halini göremedim ben. O gün, arabam bakımdaydı. Birlikte çıktık ofisten. Arabada bir sigara  yaktı. Ofiste hiç sigara içmezdi. Burnunda tampon vardı ama nasıl beceriyorsa, içiyordu o halde sigara. Ben rahatsız olmadım, zaten arabanın penceresini açtı. Kavşakta kırmızı yandı. Her zaman o kavşağa, çingeneler yayılır, çocukları su ve mendil satar. Çocuklara bakıp üfledi, pencereyi kapatacaktı, bi bana, bi sigaraya baktı. Bunlar da gelir yapışır şimdi diyorduk ki, ufak bi çingene kızı yanaştı. Pencereden Aslı'ya bakıp "geçmiş olsun abla sana" dedi ve gitti. Sonra sesi değişti Aslı'nın, ağlamaklı oldu. Ne oldu anlamadım, herhalde bu çingeneler dörder beşer doğurabiliyor, benim neden olmuyor falan diye düşündü.  Yeşilin yandığını geç farketti, arkadaki taksici çok kornaya bastı. Birden ofise dönmem lazım, unuttuğum doküman var falan dedi, beni bi taksi durağında  indirdi.

Eve gittim, bir de ne göreyim, televizyonda Aslı, köprüde intihar girişimi diye flaş haber geçiyor tüm kanallar. Aslı köprünün korkuluklarına çıkmaya çalışıyor, derken biri gelip tutuyor da yere fırlatıyor O'nu.  Sonra  ofise gelmedi tabi. Yerine benim O'na beş sene önce bulduğum çocuklardan biri atandı. Ben de arayamadım Aslı'yı. Şimdi arasam ne diyebilirim ki?

7 Aralık 2014 Pazar

Portre

Aynanın karşısına geçtim. Yüzüme bakarak resmimi yapmaya başladım.  Otoportre diyorlar buna. Kendimin resmini yaptım, kendime. Bittiğinde inanamadım, tıpatıp bana benziyordu, ben olmuştu. İnsanın kendi kendinin resmini yapması çok zor sanırdım, değilmiş.

Pencerenin önündeki divana oturup dışarı bakmaya başladım. Resim yapmadığım zamanlar camdan dışarı bakar, sokakta olanı biteni izlerim. O gün yorgundum ve divana uzanmak istedim. Dışarıda olan bitenden de geri kalmak hiç istemem. Yaptığım resmimi alıp cama iliştirdim, zira aynadaki görüntüm olan, tıpa tıp bana benzeyen resmin ben olduğuna hiç şüphem yoktu.

Divana uzanır uzanmaz, otoportrem sokakta olanı biteni tüm ayrıntılarıyla bana  anlatmaya başladı. Sokaktaki insanların zihninden geçenleri de bana aktarıyordu. Çeşit çeşit dünyalara dalıyor, türlü şaşırtıcı gizlere sırdaş oluyordum.  Benim için tarifi mümkünsüz bir zevk olmuştu onun bana anlattıkları. Bir süre sonra anlatılanlar ninni, divanın sert-saman döşeği yumuşacık pamuk olmuştu. Gözlerim ağırlaştı.

Kafamda asılı kalmış ağırlıklar. Boynumu eğmiş, yürüyor yürüyordum. Zihnim  nerede kala kalmıştı o gün? hatırlayamıyorum. İnce uzun bir sokakta yürüyordum. Yukarı baktım, derin bir nefes alıp, başımı sola-sağa çevirdim. İşte o an, bir evin penceresine ilişmiş bir portre gördüm. Portre bana bir şeyler fısıldıyordu.  Kulaklarımla işitmiyordum, bir sesti duyduğum tam zihnimin göbeğinde.  Portre bana, beni anlatıyordu.  Korktum çok. Gözlerimi kaçıramıyordum. Kaçmaya çalıştım, lakin ayağımın altındaki zemin boşlukta dönüyordu ve ben bir adım bile ileri gidemiyordum. Kaçamıyordum, mıhlanmıştım.  Kuyu gibiydi, dibini görmek için eğildiğinde yutacak cinsten dipsiz bir kuyu. Fısıldadığı şeyler iliklerimde yankılanıyordu.  İnsan, dipsiz bir kuyu, kendine baktıkça derin bir bilinmezle hemhal olunuyor. Sonunda çaresizce teslim oldum o penceredeki portreye.

Üzerime bir meltem esti, masmavi bir boşluk okşadı beni. Koştum...

16 Kasım 2014 Pazar

9

"...ama çıt çıkmıyordu, en küçük bir uğultu bile duyulmuyordu. Makine böylesine sessiz çalıştığı için dikkatinizi çekmiyordu." F.Kafta dan alıntı ile başlar film.
Daha sonra izleyicinin zihninin derinlerine inebilen bir jenerik başlar.

Filmin tamamı  polisin sorgu odasında 6 kişinin sorgulanmasından oluşur. Sorguda filmin sonuna kadar polisin sesi, cismi yoktur. Sadece sorgulanan 6 kişinin anlattıklarını dinler izleyici.

İstanbulda bir mahallede, mahalleye dışarıdan gelen yaban-cı bir genç bir kadın vahşice öldürülmüştür. Polis sorgusu bu cinayete ilişkindir.

Sorgulanan kişiler bambaşka bakışaçıları olan 6 mahallelidir. Film boyunca bu 6 mahalleliyi dinleriz karanlık ve izbe sorgu odasında. Birkaç sahnede anlatıcıların zihninde canlanlanan anlara gideriz. ve bu 6 kişi dışında iki mahalleliyi daha görürüz. Bir de öldürülen genç yaban-cı kadın: Kirpi yi. Toplam 9 kişi. Filmde 6-9 un aynılığına ve zıtlığına göndermeler vardır. Tıpkı aynı anın farklı anlatıcılardaki zıt duruşu gibi.

Karakterleri tek tek anlatmak istemiyorum. Wiki den ayrıntı alabilirsiniz:
http://tr.wikipedia.org/wiki/9_(film,_2002)

Anlatıcılar döküldükçe tertemiz mahallenin içine işlemiş kirlilik, zavallılık deşilir ve lök gibi bir memleket gerçeğiyle karşılaşırsınız.

Katil kim mi? Ben sen o biz siz onlar....Ama  günahı bağlayacak bir keçi var elbet!

Aklıma barış gelini Pippa Baca nın kaybolduğu zaman geldi. Hangimiz gelinin başına gelenleri yanlış tahmin etti? hepimiz tecavüze uğrayıp katledildiğini biliyorduk, ceset bulunmadan önce. Sonra bizi rezil etti diye kamyon şöförüne nefretini akıttı bir gürüh. Aklandık paklandık mı sonra?

Ya Sarai Sera? Yıl 2013 bir turist kadın kayboldu, İstanbulda. Büssürü ağız "aman! bu kadın da şaibeli" diye söylendi durdu. Gürühun bilinç-altı aynı: kadın hak etmiş! Tıpkı filmdeki ifadeler gibi. Sonra kadın vahşice öldürülmüş bulundu. Tıpkı 2002 yılında pek dikkat çekip gündem olmamış bu film gibiydi o günler.

Yönetmen-senarist medyum olsaydı keşke. Ne yazık ki bir cinayeti, katliamı öngörmek bu memlekette çok sık karşılaşılan bir durum.

Türkiyedeki ilk dijital olarak çekilip 35mm ye aktarılan ilk filmiymiş. Ben  filmdeki oyunculuk dehasından ve filmin meseleyi ortaya koyuşundan çok etkilendim.

30 Ekim 2014 Perşembe

Kutlu Olsun- 2

Bu sene de kaç can almış düzenimiz? Tek düzenin alttakini dümdüz etmek olan  düzeni ülkemin?
Kaç insan kanı aktı? da aktı!, kaç ağaç kökünden koparıldı bu Cumhurun bayramında? 

Kaç işçi bile bile öldürüldü? KutlaMA! cumhura bayram nedir?


"ben çok fazla sinir krizinin eşiğine gelmem. ancak bazen bu ülke öfkemi nereye koyacağımı şaşırtıyor! biz geçen sene(ben tema'dayken) 12 bilim insanıyla bir rapor hazırladık. konya kapalı havzadır, linyit madeni yaparsanız yer altı suyu basar dedik. enerji bakanı uyarılarınıza teşekkür ederiz dedi. yetkililer geldi, dinledi teşekkür etti. bundan 3 ay önce karaman ermenek'teki madende göçük oldu. 1 işçi hayatını kaybetti. göçüğün sebebi duvarlardaki basınçtı. yani büyük kazanın sinyaliydi, basın açıklaması yaptık. şimdi kimse bana çıkıp, karaman'da maden kazası oldu demesin. ben olanca sıradan vatandaş halimle kazanın geleceğini bu kadar önceden biliyorduysam; en azından benim konuştuğum tüm yetkililer de biliyordu! karaman'daki açık seçik: #kazadegilcinayet ! aha da tema'nın raporunu buraya koyuyorum; yapılması planlanan linyit madeni ve termik santral de budur! bundan sonraki tüm cinayetlerden sesini çıkarmayan yetkililer kadar, bu rapora rağmen kaza diyen sizleri de sorumlu bilirim!!"


Bu da geçenseneki kutlaMAm: http://kusbocek.blogspot.com.tr/2013/10/kutlu-olsun.html

12 Eylül 2014 Cuma

ölmeye yatmak-Adalet Ağaoğlu

Ahh Aysel! sen kalk da ben yatam; ölüme.Muhasebesini yapayım ideal çerçevesi sürekli değiştirilen,  kırık-dökük garabet hayatlarımızın. Ah Aysel, "Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek" ya, ya? demişsin sayfa üçyüzdoksansekizde. Öyle de senden yarım asır sonra ben de yaşadım ya bunca ikilem.Zamanının idealleri solmuş, yanıbaşına kan ve insan tezeği sürmüşlerdi. Soludum ya ben bu havayı sonra içime işledi soluk ideallerin berisine konanlar.Ufak ellerimle edep yerimi kapadım  ben bi ömür.  Elim büyüdükçe küçüldü ya edep yerim, sonra siliniverdi. İçinden çıkıverdi ya tam üç çocuk. Soğan koktu ya benim kalem tutan ellerim.Aydınlanamadım ben hiç Aysel! Arafın loşluğunda debelendim. 


Aysel senden bi yarım ve bi çeyrek asır sonra çıktık biz üç kız çocuk, karanlık  edep yerinden. Aysel, nasıl çocuktun sen? Oğlanlarla aynı sınıfa koyuldun? bi oğlanla el ele ronda durdun? Aysel, zamanının idealleri tamamen silinmişti. Üstüne okunmuş, üflenmiş, tütsülenmiş insan kellesi-kanı-tezeği ve gülsuyu kondurmuşlardı. Soluduk ya biz bu havayı, içimize işledi sonra. Elleriyle edep yerimizi kapadılar  bi ömür. Eller çoğaldı da biz küçüldük.Aydınlıklarda kör olmuşlar sevdirdi ya bize karanlığı. Aydınlıkta gözlerimiz kamaş kamaş. ÖRT Aysel! Gözlerini de..... 

Dedim ben zaman zaman içimden bu kitabı okurken


Adalet Ağaoğlunun Dar Zamanlar çoklu romanının ilki Ölmeye yatmayı okudum. Beni derinden etkileyen romanlar listesine koydum bu eseri.
Roman 78 de yayınlanmış. Henüz 12 Eylül  ve bunca acı dolu kepazelik görmemiş  memleketim.
Yazar dışarıda, uzak, dingin bir yere oturulmuş ve bir içten muhasebe yapmış sanki. Tek muhasebesi bireyle değil,  bireyi şekillendirmeyi ilk hedefi olan üst-yapıyla  aynı zamanda.
Kurgusuyla, meselesini koyuş biçimiyle, kullandığı dille,  çok kıymetli bir eser.  Romanı özetlemeye dilim-elim varmıyor. Belki ileride çoklamanın tüm romanlarını okuduktan sonra. İkinci roman  "bir düğün gecesi" ne henüz başladım. İkinci romandan da tarifsiz bir tat alacağımı hissediyorum.



16 Ağustos 2014 Cumartesi

Hakkari'de bir mevsim.

"Hak. kentim
çileli gözlerin
cüzzamlı derin
ve- kar ile devam eder adın.."

Nasıl ve neden geldiğinin farkında olmayan/olmak istemeyen bir yazar/öğretmen Hakkari'de yaşadığı bir mevsimi anlatır:

"Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı.
Ve kendimi burada buldum.
Söyledim değil mi, kızgın kumların üstünde değil, deniz kıyısında değil, başı bulutlarda bir yerdeydi bu kayalar.
Kendime geldiğimde, çevremdeki insanlara denizi ve tayfaları sordum.
Hiçbirşey anlamadılar."

Bir sürgündür belki öğretmen, dillerini bilmediği, dilini bilmeyen, yabancısı olduğu insanlara gelmiştir.
Roman rüya gibi başlayıp rüya gibi sona eriyor.  Okuyucu romanda şiiri, düşü, var oluşu, şehri, gerçekliğin can yakıcı acısını iliklerine kadar hissediyor.

Ferit Edgü  eşşiz romanını1976 da yazmış.  Roman Onat Kutlar ve Edgü tarafından seneryo haline getirilip Erden Kıral tarafından 1982 de sinemaya uyarlanmış. Usta oyuncu Genco Erkal başrolde. Filmin duyguyu güzel ifade eden müziklerini Timur Selçuk yapmış.  Romanı okuduktan sonra filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Romanda beni oldukça etkileyen bölümler ( örneğin: ilk ve son sahne) sinema uyarlamasında yok.
Film çok başarılı ve birçok uluslar arası ödüle layık görülmüş. Ama TC devleti elbet  kıymetli-derin olan şeylerden haz etmediği için, filmi yasaklamış. Filmde, romandaki Vali ile olan gayet yumuşak sahneler  olmamasına rağmen devletimiz filmi sakıncalı bulmuş.

Bir kaç hafta sonra Hakkari'ye  gideceğim. Bir köyünde öğretmenlik yapan kızkardeşimle beraber. Heyecanım büyük.

Youtube deki çekimde zaman zaman arkadan gelen alakasız sesler biraz can sıksa da ( katlanılmaz değil) Filmin linki:

http://www.youtube.com/watch?v=ndorOca3Y_8&list=UUIjE1S6vK_1306u_vHege0g