3 Aralık 2015 Perşembe

Boğulmamak için- George Orwel

Mahalle arası bir kırtasiyede 0,5 kalem ucu alırken, 1984 ve Hayvan Çiftliği eserleriyle tanıdığım yazar George Orwel'in Boğulmamak İçin isimli eserine rastladım.  Can yayın evinden Suat Ertüzün çevirisiyle yenice çıkmış. Arka kapaktaki tanıtım yazısını okuduğumda, boğulmakta olduğum şu sığ ve dar zamanlar için bir çare olacağını hissedip hemen edindim. 


Kitabı vasatça özetlersem:


"Kırkbeş yaşında, göbeği giderek büyüyen, evinin taksitlerini ödemekle uğraşan George Bowling, evli ve çocuklu, yeni takma dişlere sahip sigorta pazarlamacısı  bir adam. önce birinci dünya savaşını yaşar, sonra da faşizm yıllarını. yemek kuyruklarını, askerleri, gizli polisi ve zorbalığı seyreder. On altı yaşından beri hiç yapmasa da balık tutmayı çok seven  George cocukluğunun dünyasına, huzur ve sükun dolu bir yer olarak hatırladığı köyüne sığınmaya karar verir. Ancak...."



Bir sabahı anlatarak başlıyor anlatıcı hikayeye, öteki sabahlar gibi boğucu ve saçma bir sabah. Kitabın ilk bölümündeki  market sahnesi, kapitalizmin hayatları nasıl  yozlaştırdığına dair enfes bir anlatı.


Sonra savaşın gelişini bekleme:

" Aslında düşünülünce, şu an İngiltere'nin herhalde hiçbir yerinde bir yatak odası penceresinden makineli bir tüfek ateşlenmiyordur.
Ama ya beş yıl sonra? İki yıl sonra? Bir yıl sonra?"


Savaş yıllarında askerdir ve bir şekil yırtar ve hayatta kalır, sıyrılarak yeniden hayat kurar.


Yeni bir savaşın çanları çalmaktadır ve Faşizm gelmiştir. George çocukluğuna özlem duymaktadır. Onaltı yaşından beri hiç yapmasa da balık tutmanın keyfini uzun uzun anlatır:



"Amatör balıkçılıktaki balık adları bile bir sükuneti çağrıştırıyor. Kızılkanat, akbalık, incibalığı, bıyıkbalığı,tilapia, kayabalığı,turna,kefal,sazan,kadifebalığı. Tok isimler. Bu isimleri koyan insanlar makineli tüfek sesi duymamışlar, işten kovulmanın korkusuyla yaşamamış, aspirin yiyerek vakit geçirmemişler, sinemaya gitmemiş ve toplama kamplarından nasıl uzak dururuz diye düşünmemişler." 

Sonrası George'un hayatı ve içinde kalabilen özlemler, böyle şeyler işte. 


Tüm roman George'un zihninden aktarılır ve George aslında sevimli bir karakter falan değildir. Roman savaşı, faşizmi kurgusuna oturtsa da aslında insana dair olanı da işler.


Beni çok etkiledi bu kitap. İçinde bulduğum faşizan hayatın neler getirebileceğinin farkında mıyım?  Suriye'ye turist olarak gidip oradaki muhteşem güzellikleri ve sakin hayatı anlatan arkadaşlarım gibi ben de inanmak istemiyorum Ora'da olanlara ve burada olacak olanlara. Ama gerçek acı ve artık  kapımızı çalıyor. "Faşizme karşı omuz omuza"  artık içi boş bir slogan olmamalı.



yazarın ilginç hayat öyküsünü alıntılıyorum (elbet bu öyküyü  bilip yazara burun kıvırmıyorum)  :


GEORGE ORWELL, 1903’te Hindistan’ın Bengal eyaletinin Mon­tihari ken­tinde doğdu. Ailesiyle bir­lik­te İn­gil­te­re’ye dön­dük­ten sonra, öğ­re­ni­mi­ni Eton College’de ta­mam­ladı. Ger­çek adı Eric Art­hur olan Or­well, 1922-1927 yılları arasında Hin­dis­tan İmpa­ra­tor­luk Po­li­si ola­rak gö­rev yaptı. An­cak im­pa­ra­tor­luk yöne­ti­mi­nin içyüzünü gö­rün­ce is­ti­fa et­ti. 1950’de yayımla­dı­ğı Shooting an Elephant (Bir Fili Vurmak) adlı ki­tabı, sömürge me­mur­larının dav­ranışlarını eleş­ti­ren ma­ka­le­lerin der­le­me­si­dir. İkinci Dünya Sava­şı’nın son­la­rı­na doğ­ru yazdığı Hayvan Çiftliği, Sta­lin re­ji­mi­ne karşı sert bir taş­la­madır. Or­well’in en çok tanınan yapıtlarından Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bi­lim­kur­gu türünün kla­sik örnek­le­rin­den bi­ri ol­manın yanı sı­ra, mo­dern dün­ya­yı pro­tes­to eden bir ro­man­dır. Burma Günleri ise, Orwell’in Bur­ma’da­ki (bugünkü Myanmar) İn­gi­liz sö­mür­ge­ci­li­ği­ni di­le getirdiği ilk ki­tabıdır. Orwell 1950’de Lond­ra’da öldü.

28 Nisan 2015 Salı

Beş PAralık Roman- Bertolt Brecht

Beş Paralık Roman,  kapitalizm denen sistemin pisliğini tokat gibi çarpıyor  okurun yüzüne.  Hikaye 1900 lerin başında geçse de, yaşadığımız zamana ait gibi. Sistemin ve pisliğinin hiç değişmediğine tanık olmak tuhaf. Topu sisteme atıp bir köşeye oturmamış Brecht, (belki bu nedenle bunca etkili ve ölümsüz?) roman boyunca bireyler derin bir sorguda.

Gerçekten çok etkilendim,  Sevgi Soysal gibi  eşsiz bir yazarın çevirisiyle İletişim yayınlarından çıkan Beş Paralık Roman'dan.  Roman hakkında en güzel değerlendirmeler Walter Benjamin'in sonsözünde, kitabın içerisinde. Brecht Üç Kuruşluk Opera'dan sonra yazmış bu romanı. Ben bu romanın önceli olan oyunu okumamış, herhangi bir yorumunu izlememiştim, en kısa zamanda yapabilmek istiyorum.

"Evet yaşamak için yemek gerektiği muhakkak. Ama yemek, yaşamak için yeterli değil. İnsanlığın en önemli güdüsü kendisini ifade etmektir, yani kişiliğini edebileştirmek  Bunun nasıl ve ne yolda olması önemli değil. Biri ata binmek ister, öbürü masa yapmak ister; sevgili tahtasını eline alıp, aletleriyle bir odaya kapanmaktan mutluluk duyar. Bir şey istemeyen, her şeyi sadece para kazanmak için yapan insan zavallının biridir, sonunda istediği parayı kazansa da. Önemli olan eksiktir onda. Bir şey olmadığı için bir şey yapmak istememektedir." -s137

"Bir hırsız bir bonoya karşı nedir ki? Bir banka soygunu, bir banka soygunu bir banka kurmanın yanında nedir? Bir işçi kullanmanın yanında bir adam öldürmenin sözü mü olur ? Bundan bir kaç yıl önce bütün bir sokağı çaldık, tahta parkelerden yapılma bir sokaktı bu, bu tahta parçalarını kazıp çıkardık, yüklendik ve götürdük. Yaptığımızın olağanüstü bir başarı olduğunu sanıyorduk. Aslında boşuna uğraşmıştık. KEndimizi de boşuna tehlikeyeatmıştık. Kısa bir süre sonra, belediye meclisi üyesi olarak ihale dağıtımıyla uğraşmanın çok daha verimli bir iş olduğunu öğrendim."-s-216

10 Nisan 2015 Cuma

Pride

Pride, "Onur" demek. Onurlu insanları konu alan bir film izledim bugün. Film, Thatcher hükümeti zamanının İngiltere'sindede  geçiyor. İlk sahnede televizyonda konuşuyor demir leydi. Konuştukça onurlu bir gencin gözündeki kararlı bakışı görüyoruz. Sonraki sahnede genç, rengarenk  onur yürüyüşünde ( 1984 Londra onur yürüyüşü), başka birsürü LBGTli gibi.

Maden işçileri grevdedir. Bir grup gay ve lezbiyen aktivist, yürüyüş sonrası  polisin, iktidarın ve medyanın greve karşı tutumunun kendilerine karşı yapılanla aynı olduğunu düşünür ve greve destek olmaya karar verir. Artık bir isimleri vardır: lezbiyenler ve gayler madencilerle  dayanışıyor (L.G.S.M ) . Ancak sendikalar LGSM nin maddi desteğini görmezden gelirler ( ya da red ederler). LGSM direk madencilerle temas kurar. Sonrasında birbirinden habersiz iki farklı dünya arasında iletişim ve dayanışma başlar. Elbet bir sürü badireler atlatırlar ve sonuçta hayatta güzel şeyler de var ve filmi izleyip görmekte fayda var.

Filmde madencilerden biri Londra'ya LGSM üyeleriyle tanıştıktan sonra bir konuşma yapıyor. İşte o konuşma bütün dillere çevrilmeli ve bütün ezilenler dillendirmeli:

Bize paradan daha büyük bir şey verdiniz, arkadaşlığı...
Eğer kendinden daha büyük, daha güçlü bir düşmana karşı savaş veriyorsan ve varlığından habersiz olduğun bir arkadaşın sana el uzatıyorsa işte bu dünyadaki en güzel duygu...

Gazetede  madencilerin LSGM ile dayanışmasını iğrenç bir dille eleştiren bir yazı çıkar. Madenci kasabasında (Gallerde ufak bir kasabadır) LSGM ye mesafeli bir madenci gazetedeki yazı üzerinden dayanışmayı eleştirir. Diğer madenci der ki :

Benim/Bizim hakkımızda neyi doğru söyledi ki, benim hakkımda söylediklerine inanmıyorum, neden Lezbiyen ve Gayler hakkında söylediklerine inanayım?


Bu filmin en güzel yanı, gerçek hayattan alınmış olması. Tüm o kişilerin, dayanışmanın hepsinin gerçek olması. Darısı bir gün memleketimin başına...

Bu yazıyı da okumalı:

http://www.pembehayatkuirfest.org/464/madenciler-ve-lgbt-aktivistlerinin-ilham-verici-dayanisma-hikayesini-anlatan-pride-istanbul-film-festivalinin-katkilariyla-turkiyede-ilk-kez-4-pembe-hayat-kuirfestte/

7 Nisan 2015 Salı

J. B. Morrison - Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı

Halihazırda iki romanın yazarı olan J.B Morrisson aynı zamanda müzisyen. Müzik dünyası O'nu Jim Bob olarak  tanınıyor (The Doors solisti Jim Morrisson ile olan isim benzeriliğinden dolayı  Jim Bob'u kullanıyormuş). 1960 doğumlu olan usta ingiliz müzisyen Jim Bob, Carter the Unstoppable Sex Machine (Carter USM) grubunun solisti. Carter USM ile Bob'un,  14 top 40 single'ı ve bir  1 numara albümü mevcut. Müzisyen yazarımızın,  pek çok solo albümü  ve  bir film seneryosu var. Daha detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Jim_Bob  

Yazarın dilimize çevrilen ilk kitabı, "Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı",  oldukça sıradışı, eğlenceli,  bazen de hüzünlü bir roman. Romanında çokça müzik dünyasına,  dizilere, müzikallere ve özellikle sinema filmlerine  gönderme yapılmış. Kitap boyunca referansı kaçırır mıyım diye korkmanıza gerek yok,  çevirmeninin dipnotları sayesinde okur ustalıkla bilgilendiriliyor. Romandaki  betimlemelerin, başka eserler referans verilerek yapılması, bende keyifli bir etki bıraktı. Yeniden ve başka gözle izlemek istediğim film listem genişledi.

Romanın hikayesini  anlatan  Frank Derrick, aynı zamanda romanın kahramanı. Frank, karısını kaybetmiş,  kedisi Bill ile birlikte yaşayan, yaşlı  bir adamdır. Evinde DVD izyerek,  hayır kurumundan  işe yarar-yaramaz şeyler alarak vakit geçirir. Los Angeles'da yaşayan kızı ve torunu ile haberleşmek için kütüphanenin bilgisayarını kullanır.  Eski bir punk rocker olan yegane dostu,  kokuşmuş John'u,  kaldığı huzur evinde ara sıra ziyaret eder. "Böyle şeyler işte"*


Kahramanımız Frank'in, sıradan görünen bir yaşamı  olsa da  renkli, eğlenceli bir iç dünyaya sahiptir ve  yaşlı olma durumuna elli yaşından beri hiç alışamamıştır. Seksen birinci doğum gününde bir süt kamyonunun çarpması sonucu Frank'in ayağı incinir,  kolu kırılır. Amerika'da yaşayan kızı ve torunu hayatlarının yoğunlukları nedeniyle Frank'i ziyarete gelemezler. Kızı Frank'e babasına yardımcı olması için bir kaç aylığına  bakım hemşiresi tutar. 

Kelly Christmas,  her pazartesi  belli saatlerde Frank'e yardım eder. Frank'in yaşamını, hemşire Kelly ile değiştirecektir.  Kelly'nin Frank ile geçireceği zamanın sonu vardır.  Peki, sonra neler olacak? 


Bu roman,  hayata güzel, güneşli ve gerçekçi bir bakışla yaklaşıyor. Okura da eşsiz bir tat veriyor:

"... eski bir 'Çıkış' tabelası buldum. En azından insanlar nereden çıkacaklarını bilecekler." * 


*Kitaptan ufak tefek alıntılardır.



1 Nisan 2015 Çarşamba

Soğan

Bir fincan kahve içmek için boğaz manzaralı bir kafeye gittim. Tüm masalar doluydu. Pencere kenandaki  masada tek başına oturan kadın, el kol hareketleri yaparak  beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde kalkacağını söyledi ve beni masaya buyur etti. Teşekkür edip karşısına oturdum. Kadının suratı bir nedenle şişmişti. Gergin, pürüzsüz, dümdüz bir yüzü vardı. Üzerinde özensizce giyildiği belli, pahalı markalı giysiler vardı. Çantasına kitabını ve kalemlerini koydu. masada duran zarfı bana uzatarak iyi günler diledi. Şaşkınlıkla zarfı alarak gülümsedim bu tuhaf  kadına.

Garsona sütlü kahve ve kek söyledim. Merakıma engel olamayarak  zarfı açtım:
Saat 14:30 oldu. Zaman daralıyor. Makinada çamaşırlar dönüp duruyor. Mutsuzum ve soğan kokuyorum. Kalem tutan ellerim ve tüm bedenimi soğanla ovaladım. Beni bu hale, ben getirdim. Mutsuzluğumun nedeni kokudan mı? İnsan nasıl, ne şekilde  mutlu olabilir? Hangi yol mutluluğa vardırır? İçim alkol ve öfke dolu, kendime duyduğum öfke. Yapacak pek çok şey varken, kendimi soğan doğrarken buluyorum. İnsanlarla iletişmiyorum. Bazen kendimi, yüzümde zoraki bir gülümseme eşliğinde birilerine yemek tarifi verirken buluyorum. Sonrasında şu hastalığa bu iyi geliyormuş gibi şeyler deyişiyoruz tarif verdiklerimle, fiskos masası civarında. Konuştukça büyüyor karnım. Karnım büyüdükçe ben küçülüyorum.

Dedim ya, her tarafım soğan kokuyor. İçi çürümüş bir soğan gibiyim. İletişmediğim insanlar derdimin olduğunu söylüyorlar bana. Halının altına bile baktım. Bana ait bir dert bulamadım etrafta.

Tanrım tanrım! Tanrım?  Tanrı! ulu ve yüce olacağına çük kadar kalmışsın. Nereye gireceğini şaşırmış bir çük kadar. Kuklası olmuşsun zalimin. Yırtık dondan çıkar gibi olur-olmaz her yerdesin. Tanrı artık sen de benim değilsin. Ah Tanrı, seni bulsam, parça pinçik iğdiş edeceğim. Ne olmuş bu yarattım serüven? Senin kaderinde çük kadar olmak mı vardı? Sen mi sürdün bu soğanları elime? Kafamın içi soğan kokuyor. Oysa hayata şen kahkahalar yaraşırdı.

Ruhum kaçıyor, ben kovalıyorum. Sonra, sonra birden düştü ruhum, ayaklarım tam dibine. Ruhum bayıldı diye soğan kırıp yanına koydum. Soğanın kokusu bayılanı ayıltır sandım. Çok faydalıymış soğan, öyle duydum. Lakin ölmüş ruhum, ayaklarımın tam dibinde. Toprağın öte derin dibine gitti sonra. Ruhumdan hiç iz kalmadı geriye. Soğan kokusundan kaçtı ruhum... dedim kendi kendime.

Ruhum geri gelsin diye etraftaki (etraf dediysem üçodabisalonçiftveceli ev) soğanları attım. Her yeri hipoylan temizledim. Hipo  zararlı diyorlar bedene. Belki iyidir ruhlara? Ruh çağırıyorum, üçodabisalonçiftveceli evde. Geldiysen ruh, ruhum! masanın üstündeki fincanları kıpırdat. Kıpırdamıyor fincanlar. Zaman daralıyor. Dar zamanlarda makina çamaşırları döndürüyor. Zihnimde türlü makinaların çıkardığı çığlıklar yankılanıyor. Kendimi dışarı atıyor, bogaza karsi bakiyorum.

Boğaza karşı da, boğazımı çok sıkıyor hayat. Neyse!,  Boğazım hala yerinde.


Garson sparişimi getirdi. Ama boğazım, bogazımdan geçmedi hiçbiri.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kafamda bir tuhaflık - Orhan Pamuk

Daha önce okuduğum kitapları İletişim yayınlarındandı Orhan Pamuk'un. Artık YKY'den çıkacakmış kitapları. Nobel ödüllü yazarımızın  İletişim yayınlarından YKY'na geçmesine bir okur olarak içerledim. ELbet YKY gayet güzel, güzide bir yayın evi. Amma ve lakin bir bankanın arkasında olduğu bir yayınevi, şimdiye kadar gayet sanatın ve sanatçının dostu, özgürlükçü vs ama işte, arkasında çok güçlü koca bir bankanın olması  beni huzursuz ediyor. İletişim gibi memlekette gerçekten faydalı eserler vermeye çalışan, 'ciddi' bir yayın evinin olması çok değerli. Bu nedenle Orhan Pamuk'a iletişim yayınları aracılığıyla ulaşabilmeyi isterdim. Neyse, üstüme vazife olmayan meselelerde daha fazla konuşmayayım. Nedense trafiği cılız şu zavallı blogumda buna değinesim geldi. Bir de sevgili nobelli yazarımızın politik çıkışlarına değinsem mi? Hayır artık bırakayım  hem işim, hem haddim olmayan yorumcuklarımı ve bir okur olarak yazarın eserlerine  döneyim.

Yazarın en sevdiğim tarafı, tüm içtenliği ve açık yürekliliği ile yazma serüvenine ilişkin deneyimini  okuyucu ile paylaşması. Bu nedenle kendisinden sonra da yeniden üretilecek, düşünülecek bir yazar. Yazarın zihnini, kurgularkenki deneyimini merak edenlere "Saf ve düşünceli romancı" yı okumalarını tavsiye ederim.  Yazarın "Masumiyet Müzesi" ile edebiyata ve müzeciliğe ilişkin  çok özel harman bir eser vermesi de çok değerli.

Orhan Pamuk'un bir edebiyat dehası olduğunun kanıtı gibi Kafamda bir tuhaflık. Hiç bilmediği insanların hiç görmediği hayatlarını, 60'lardan günümüze değin  anlatıyor bu sefer.  Yoksul insanların hayatlarında, zihinlerinde dolaşırken Türkiye tarihi belgeseli izler okuyucu aynı zamanda. Siyasi olarak da derin ve iyi bir roman.  Anlatım tekniği de çok yetkin. Kafası tuhaf olan ana kahramanımız Mevlut türlü seyyar satıcılık, büfecilik vs işleri yapar İstanbul sokaklarında. Bozacıdır ruhu aslen. Müthiş güzeldir bozası,  bunu kitabı okurken kokladığınız, tatığınız bozadan anlayabilirsiniz. Kitap okurken deli divane gibi boza aradım pastanelerde. Birkaç tanesini denedim, hiç Mevlut'unki gibi hoş, tam kıvamında değildi.  Tabi şimdi plastik şişelerde el değmeden yapılıyor da ondan. Rahiya ve Mevlut'ün sevgisi yok bu yeni nesil bozalarda.

Kitabın ayrıntısına çok girmek istemiyorum. Neden bilmem, sonlara doğru biraz sıkıldım. Bence yazar, sıkıldığım bölümde romanın ritmini özellikle sevimsizleştirmiş. Belki de bu Pamuk'un şehr-i İstanbul'un değişiminden duyduğu rahatsızlığı yansıtıyor?

Orhan Pamuk, hikayesini anlatırken, kahramanın zihnine bile soksa bizi, duyguyu çok ayrıntılı anlatmıyor. Hatta bazen oldukça mekanik bir biçimde veriyor.  Kafamda tuhaflık da böyle. Fukaraların hayatı, duyguları gayet mekanikçe anlatılıyor ama okuyucu o hayatın duygusunu roman boyunca  bulabiliyor. Sanıyorum Pamuk anlatımında okuyucunun doldurabileceği boşluklar bırakıyor ve her okuyucu duygusunu kendi buluyor. Belki de  Orhan Pamuk'ğu  tüm dünyanın anlama ve sevme nedeni bu.

Bu yazıyı iliştiriyorum:
 http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/184823/_Kafamda_Bir_Tuhaflik_.html

12 Şubat 2015 Perşembe

Beyaz Tuval -Benjamin Stein

Metis yayınları türkçeleştirip yayınlamış Stein'in romanını. Kitabın kurgusundan çok etkilendim.
Bu roman aslında iki farklı roman. Okuyucuya  bir olay-zaman  iki farklı anlatıcı tarafından aktarılır. Kitapta arka kapak yoktur. Kitabın bir tarafı Jan Wechsler tarafından  anlatılan hikayedir. Kitabı çevirirseniz,  Amnon Zichroni tarafından anlatılan hikayeye geçiş yaparsınız. Hangi hikayeye başlayacağınız size kalmış. İsterseniz bir hikayeyi yarım bırakıp diğer hikayeye geçiş de yapabilirsiniz. Ben önce Amnon'un , sonra kitabı çevirip Jan 'ın hikayesini okudum.

Son zamanlarda farklı bakış açılarının irdelendiği çokça edebiyat ve sinema eseri inceledim. Hepsi ayrı keyifliydi. Beyaz tuval, polisiyesi oldukça güçlü bir eser. Roman, dini hayatlarının göbeğine oturtmuş yahudiler arasında geçiyor.  Hayatıma çok sevdiğim Yahudi insanlar girdi, ama ben onların kültürleri, dini ritüelleri konusunda bilgisizdim. Türkiye'de yaşamanın özellikle Yahudiler için çok güç olduğu aşikar. Sanıyorum ki bu nedenle kendi kültürlerini dışarıya belli edemiyorlar. Neyse bu romanla dini nasıl yaşadıkları, ritüelleri vs. konusunda oldukça bilgi sahibi oldum.

Ben romanın kurgusunu çok zekice buldum. Yazara ait bilgiler şöyl:

Benjamin SteinBenjamin Stein 1970 Berlin doğumlu, 1982'den itibaren çeşitli dergilerde şiir ve kısa edebi metinler yayımlamaya başladı. Liseden mezun olduktan sonra bir süre bir yaşlılar evinde kapıcı olarak çalışan Stein daha sonra Judaistik ve Hebraistik öğrenimi gördü. İlk romanıDas Alphabet des Juda Liva'nın (1995) yayımlanmasının ardından çeşitli Alman ve ABD bilgisayar dergilerinde muhabir ve redaktör olarak görev yaptı. 1998'den beri bilişim teknolojileri alanında danışmanlık yapıyor.
Kazandığı pek çok edebi ödül arasında Beyaz Tuval romanı için verilen Tukan Ödülü de var. Edition Neue Moderne adlı yayınevinin sahibi olan Stein, 2012 yılında Replay adlı bir bilimkurgu romanı yayımlamıştır.

10 Şubat 2015 Salı

Aynalar - Eduardo Galeano

Adem- Havva çiftinden başlayıp günümüze uzanan insanlık tarihinin öyküsünü özel bir dille anlatıyor Galeano. Bu dil, tarihin yepyeni dili: heyecan verici, dinamik, öfkeli, mutlu, hüzünlü, enerjik, okuyucuyu dönüştüren, zihne olayı mıhlayan bir dil.

Eğer siz de tarih okumak istiyor ama, tarihin ağırlığı altında nefes alamadığınız için okumayı başaramıyorsanız Galeano okuyun. Ve dünya/memleket daha yaşanır bir yer olsun istiyorsanız, eşe dosta ona buna okutturunuz. Lise öğrencileri bu kitabı okusa ne muhteşem bir gelecek olur.


23 Ocak 2015 Cuma

Kir

Çocuktum ya daha, apışaramdan kan geldiydi. Korktuydum ben çok, pek çok. Kime ne desem bilemediydim. Annem anladıydı da bana: kirlenmişsin, kir bi ömür her ay gelip seni bulacak dediydi. Korkumun üstünü bir de utanç bürüdüydü.

Yasemin diye bi kız oturdu anfide yanıma. Benim gibi uzaklardan gelmemiş Yasemin. Buradaymış hep, İstanbulda. Burnunda delik, delikte parlayan bir noktası var. Saçını kesip atmış Yasemin, oğlan gibi. Hep kısa etekliği.

Bi ay başımda, Bu dünyanın kiri akan kandan dedi Yasemin. Çok utandım kirim belli oluyor diye. Bana kitaplar, dergiler verdi Yasemin. Dergide mor yumruklar. Apışaramıza göz dikenlerin akıttıkları kandanmış dünyanın kirliliği. Savaşlardan, sömürü düzenindenmiş bunca kan. Yasemin bunları dedi, benim utancum da, korkum da  gitti.

Çok kızıyorum ben apışaralarına göz diken, kan döken, sömürü düzenine. Dünyada çok kanlar dökülüyor. Bu kan dinmeli. Dün okula polis geldi. Yasemin'i aldı götürdü.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Roberto Bolano - 2666

Daha önce Bolano'nun " Uzak Yıldız " kitabını okumuş,  çok etkilenmiştim. Faşist darbeyle dünyası allak bullak olan sanatçıların dünyasına konuk ediyor Uzak Yıldız. Aynı zamanda sanatın nasıl iş birlikçi hale gelebildiğini, iktidarı  meşrulaştırıp besleyebildiğini  de şiirsel bir dille anlatıyor.

Bugün de Yazarın 2666 adlı eserini bitirdim.  Okuduğum kitap, Pegasus yayınlarından Zeynep Heyzen Ateş çeviriyle yayınlanmış. Tuğla cinsinden, bin sayfa  bir kitap. Etkileyici bir hikaye anlatıcısı Bollano. Hiç boğmuyor okuyucuyu. Çeviri de oldukça iyi. Kitabın arkasındaki çevirmenin notundan anlaşıldığı üzere çok titizlikle ve hazırlanmış kitap. 
2666, yazarın 2003 de 50 yaşındayken ölümünden sonra yayınlanmış. Girişte yazarın varislerinden not var. Yazar kitabı yazarken ölümünün yakın olduğunun farkındaymış. Yazarın son rötuşlarını yaptığı bir metin değil 2666.

2666, Beş bölümden oluşuyor, aslında beş kitaptan da denilebilir. Her bölüm/kitap ayrı ayrı okunabilir. Ancak  kişiler, olaylar her bölüm/kitapta kesişiyor bu nedenle kitapları yayınlanan sıraya göre okumak ayrı bir tat veriyor.  Aynı duruma/zamana bambaşka bakış açılarından dahil oluyor okuyucu. Anlatım biçimi sürükleyici, merak uyandırıcı.  Dünyanın çirkin tarihinde, ters yüz olarak dolaşıyorsunuz kitap boyunca. Tarihteki soykırımlar, cinayetler tüm çıplaklığıyla yüzünüze vuruyor, bu nedenle okurken çok can yakıyor. 
Dehşetin tüm gerçekliğiyle aktarılması konusunda kafam çok karışık. Düşünüyorum da; örneğin vahşeti tüm çıplaklıyla ortaya koymak, şiddetin yeniden üretilmesine sebep mi oluyor? Bu romanı okurken de bu soruyla çok uğraştım. Neyse, yazar okuyucuya bir "ders" vermiyor. Kafanızda türlü cevapsız sorular kalıyor. 2666 oldukça etkileyici, sıra dışı bir roman. 

Neden 2666? 
Cevap : ?


Archimboldi’yle İlgili Bölüm'den alıntılama:
...‘Tarihi iyi kavrayamıyorum ve bilgilerimi tazelemem gerek.’'Ne için?’‘Boşluğu doldurmak için.’‘Boşluklar dolmaz,’ ...




6 Ocak 2015 Salı

Ah

Çocukların katline alıştırılmış zavallı insancıklarız.
Rüyalarımız alınmış,  yerine cinayetlerin suretleri sürülmüş.
Ölümden kaçabilenlerimizin çocuklukları öldürülmüş.
Ceset olmuş ruhlarımız,
bundan mıdır ağlayamayışımız?