22 Ocak 2014 Çarşamba

Yozgat Blues-Başka Sinema

Oyuncular mükemmel! Dee, film bende oldukça kötü bir tat bıraktı. 
Beyazperde.com sitesinden alıntıdır:
Yozgat, Yavuz ve Neşe'nin hikayesinin başladığı ya da bittiği yerdir... Aldıkları bir iş teklifi sonrasında Yozgat'a taşınan müzik öğretmeni ve şarkıcı Yavuz ve öğrencisi Neşe hayatlarının önemli bir dönüm noktasına adım atmak üzeredir. İcra ettikleri müzik türüyle bu yeni şehirde kimsenin ilgisini çekemeyen ikilinin çabalarına, buraya taşındıkları ilk günlerde tanıştıkları Sabri'nin yardımları da eklenir ancak sonuç yine olumsuzdur. Bu olumsuz sonuç beklenmedik gelişmeleri de beraberinde getirir...
Film Yozgatta geçer, ama filmde Yozgat'a dair birşey görmeyiz, tadamayız: bir merdiven altı, bir otel odası, bir müzikhol, bir dükkan, radyo program odası, bir iki dükkan bukadar. Film bizi dört karakterle tanıştırır: İstanbul'dan Yozgat'a gelen Yavuz ve Neşe, Kuaför Sabri bir de Sabrinin dostu 'sanatsever' KAmil. Bu insanlara ve yaşadıkları dünyaya ilişkin hiç bir ipucu bulamayız filmde. Film vermeye çalışır belki?; Yavuza peruk taktırır, babasının ölümünü sokuşturur, Sabrinin arkadaşına otobiyografik roman yazdırır , Neşe'nin bencilliğini, koca bulma sevincini gözümüze sokar... falan ama benim izleyici olarak zihnimde içi boş kalmıştır karakterlerin. Yavuzu filme güzel sokup ( ilk sahne) güzel ayırmıştır (son sahne) ama Yavuz karakterinde de filmi kavramışlık bulamadım.  Bu dört  karakterle bir dramatik komedi vardır karşımızda. Sinemada, edebiyatta  sıkıntılı taşralılık hallerine alternatif,  başka bir bakışaçısı verilmeye çalışılmış tahminimce; ama olmamış. 

Bence filmde hüzne, taşralılığa çiğ bir üstten bakış var. Hissettiğim bu sevimsiz küçümsemeyi sahnelerden örneklerle anlatmam  zor. Filmden çıkınca  toyluğum geldi aklıma:

Bizim oralarda da aynı filmdeki gibi yerel radyo vardı, gençler dinlerdi. Şiir falan da yazmaya, gitar falan çalmaya çalışırlardı. 17 yaşında okumak için taşradan İstanbula geldim. Kitaptan, gazeteden, edebiyattan, sinemadan bi haber bir genç iken, birden "entellektüel" bir ortamın içine düştüm. bir sene sonra memleketime gittim. Akrabamızın ben yaşında çocuğu vardı, o yerel radyoyu hüzünle, aşkla dinlerdi. Radyodan parça isterdi. Çok küçümsedim içimden O'nu. Oysa Pink Floyd dinleyerek varoluşsal sorgulamalar yapılmalıydı. Doors dinlenmeli, radyo olarak kent - hür fm falan dinlenmeliydi*. Yüzüne birşey demedim elbet, belki anlamıştır halimden? ezilmiştir, gözleri yere kaymıştır?  Şimdi nasıl utanç duyuyorum bu küçümser halimden, anlatamam. Film boyunca salondan gelen gülme seslerini duyduğumdaki öfke, kendimeydi sanırım.

Neyse bir izleyici olarak filmin bende bıraktığı tadı sevmedim. Karakterler filmin meselesinden bukadar kopuk olmasaydı belki farklı bir tat bırakırdı bende? Belki de komedi ile hüzün bu seneryoya iyi gitmemiş? Bilemiyorum. 

* Kaybedenler klübü diye bir program vardı, sonradan filmi çekildi-izlemedim. İşte o program üstten bir kahkahayı hakediyor. Bu programı bugün durduğum noktadan zavallıca buluyorum. Donun ne renk diye soruyorlardı kadınlara.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder