24 Ocak 2014 Cuma

Babamın Sesi

Filmin Afişindeki kişi, Basê Doğan (Filmin yönetmenlerinden ve oyuncularından Zeynel Doğanın annesi). Base, oğlu Hasan'ın evine dönmesi için dualar ederek taş dizmektedir. Eve gelen sessiz telefonlara, Base oğlu Hasan diye konuşur. 
Base'nin sesi...

Mehmet: Base'nin Küçük oğlu, eşyalar arasından geçmişi bulur. Geçmiş bize eskiden kaydedilmiş kasetlerle ve bir gazete küpürüyle aktarılır. 
Babanın sesi ...
Geçmişin sesi...

Base, geçmişi yok saymak isteser,ama geçmiş kireçle boyanan ağaç gövdesi gibidir; gökten inen gözyaşlarıyla ortaya çıkar. 

Üzeri örtülmeye çalışılan bir katliamın ve bir dilin sessiz çığlığını anlatır film, geçmişteki sesle. 

Bukadar özel çok az film izledim. Bir film; hem de politik bir film, daha estetik olamaz herhalde? Sinema daha çok görsel duyuya hitap eden bir anlatım biçimi. Sesi bunca önplana çıkararak böyle bir filmin üstesinden, genç yaşta gelmek... Ödülleri en haketmiş film, "babamın sesi" bana kalırsa.

Bir de filmi izlerken bunca zaman bir dolu şey paylaştığım Kürt arkadaşlarımın, tanışmadan hayatımın kesiştiği insanların diline özensiz olduğumu farkettim ve utandım kendimden. Birkaç kelimesi dışında bilmediğim bu dilin güzelliğini, dansını, rengini bu filmle keşfettim.

Vikipedi sitesinden alıntıdır: 
Babamın Sesi (KürtçeDengê Bavê Min), Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan'ın yönetmenliğini üstlendiği 2012 yapımı dram filmi.AlmanyaFransa ve Türkiye'nin ortak yapımı olan filmin galası 29 Ocak 2012'de Uluslararası Rotterdam Film Festivali'nde düzenlendi. Filmin çekimleri Diyarbakır'da gerçekleştirildi. Babamın SesiMaraş Katliamı'ndan etkilenen Kürt-Alevi bir ailenin hikayesini ele almaktadır. Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nden "En İyi Film Ödülü"nü alan film, yönetmenlerden Zeynel Doğan'ın ailesinin gerçek hikâyesinden yola çıkılarak oluşturuldu ve filmin merkezinde, Doğan'ın babasından kalan kasetler yer almaktadır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Babam%C4%B1n_Sesi




23 Ocak 2014 Perşembe

Sen Şarkılarını Söyle-Başka Sinema

Galiba 60 ların Amerikasında geçer film. 60 ların amerikası meleketimin geçmişinden daha tanıdık benim için; bunda bi tuhaflık var ya, hayırlısı dedim içimden. Bu farklı bir Cohen kardeşler filmi bana kalırsa. Islak, soğuk,sıcak, kahve kokan, hüzünlü, pisi mırıltılı.
Zaman-mekan bağımsız bir film galiba? Sonunda kendi kendime söylendim "sen şarkılarını söyle"  ve sen! şarkılarını söyle, sonra?; hepimiz şarkılarımızı söyleyelim...
Film işte bukadarcık

Sen Aydınlatırsın Geceyi-Başka Sinema

Çok yetkin oyuncular, nefis bir kurgu var karşımda. Özenle işlenmiş kareler, düşünülmüş, taşınılmış felsefik çümleler...

Böyle bir film Sen Aydınlatırsın Geceyi. Hem sevimli, hem hüzünlü, hem düşündüren, hem de  haz veren. Basit ama zor bir film. Görselleri, duyguyu sıradışı verişi, müzikleri vesairesi. Çok emek verilmiş belli.
Bukadar 'derin' den saflık, çaresizlik, aşk vs meselesini anlatan bir film de 'kötülüğün' bazen öznesi, bazen aracı olarak hep kadın işaret edilmiş. Aşık olunan kadın, saflığı ortaya koyabilmek için bir figurandır ve aslında kirlidir. Gebeliğini yamamaya çalışır kadınlar film boyunca, nizam dışı gebeliklerini. Anne karakteri yoktur zaten, çoktan öldürülmüştür. Fimin de 'kadın' böyledir diye bir anlatım yok elbet ama satır aralarından bunu görmek çok çok kolay. Özellikle yapılmış olmalı. Filmi yapanların ( yönetmen ve senarist olmalı işaret ettiklerim?) kadınlardan tiksindiği aşikar ve belliki bu nefreti göstermeye gayret etmişler. Film bence altın bamya yı fazlasıyla hak ediyor. Benim gördüğüm en iyi altın bamya. Hatta bamya için çekilmiş olabilir film? Ama hakkını da verelim, kadına yönelik şidet için öz bir eleştiri de var filmde. Şiddeti hak etmese de, kadın "kirli" işte!


Ben Onur Ünlünün ismini çok duyup, merak edenlerdenim. Bir bölüm dizisini ve  'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ ni izledim. 
'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ filmi 2011 yapımı, belki film 1980x - 199x yapımı olsaydı başka etkisi olabilirdi de, 2011 yapımı olup da 'cumhuriyet eliti' ne dokundurmak başka bir şey oluyor. Fazıl Say üzerinden yaratılmış karakter bende büyük öfke yaratmıştı. Sen Aydınlatırsın Geceyi izlerken, Onur Ünlü'nün Fazıl Say'ı anlatış biçimindeki Say'ın kendini üstün göreme halinin Onur Ünlü' de vücut bulduğunu izlenime kapıldım.  Aklıma mühendislik fakültesinde kendini dahi sanan, kadınları aşalayıp duran ama yüzlerine bakıp da iki laf edemeyen gençler geldi. Dahi değiller demiyorum, dahiden anlamam :)
Bu arada, bir süredir Fazıl Say'ın İlk Şarkılar albümmünü dinlemeden huzura eremiyorum. Fazıl Say dahidir demiyorum, nitekim dahiden anlamam.


Dediğim gibi, sade bir izleyici olarak zihnimde kalan kırıntıları serpiştiriyorum. 




22 Ocak 2014 Çarşamba

Mavi En Sıcak Renktir-Başka Sinema

Masmavi bir film; lise öğrencisi Adele'in  mavi saçları olan Emma ile kendini, cinselliği ve yaşamı keşfetmesinin hikayesi var karşımızda. 
Oyuncular özellikle Adele, izleyiciye duyguyu çok güzel hissetiriyor ve bana kalırsa oldukça zor bir rolün mükemmel bir şekilde üstesinden geliyor. Film pornografik olarak lezbiyen bir ilişkiyi izleyicisine anlatıyor ve pornografi bir yöntem olarak çok iyi kullanılmış. 
Hikaye, bildik bir hikaye : Adele orta-alt sınıf bir ailenin çocuğu olmanın izlerini taşır. Emma orta-üst "entellektüel" bir ailenin sanatçı çocuğudur. Bu sınıfsal fark, genç Adele ve Emma'nın  ile ilişkisine zamanla yansır. Yeterli 'entel' liğe ulaşamayan Adele ve Emma nın ilişkisi, Adele'in gözyaşlarıyla sona erer. Bu kadar bildik ve basit bir hikayeye lezbiyen bir çift oturtulunca, hikaye çok farklı bir yerde duruyor. Filmin meselesini anlatış biçimi kusursuz ve film izleyicide etkili bir tat bırakıyor. Ayrıca cinsel tabuların yıkılmasına ve dayatılan heteroseksüel dünyaya başka şeyler fısıldıyor. Bence film tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor.

Yozgat Blues-Başka Sinema

Oyuncular mükemmel! Dee, film bende oldukça kötü bir tat bıraktı. 
Beyazperde.com sitesinden alıntıdır:
Yozgat, Yavuz ve Neşe'nin hikayesinin başladığı ya da bittiği yerdir... Aldıkları bir iş teklifi sonrasında Yozgat'a taşınan müzik öğretmeni ve şarkıcı Yavuz ve öğrencisi Neşe hayatlarının önemli bir dönüm noktasına adım atmak üzeredir. İcra ettikleri müzik türüyle bu yeni şehirde kimsenin ilgisini çekemeyen ikilinin çabalarına, buraya taşındıkları ilk günlerde tanıştıkları Sabri'nin yardımları da eklenir ancak sonuç yine olumsuzdur. Bu olumsuz sonuç beklenmedik gelişmeleri de beraberinde getirir...
Film Yozgatta geçer, ama filmde Yozgat'a dair birşey görmeyiz, tadamayız: bir merdiven altı, bir otel odası, bir müzikhol, bir dükkan, radyo program odası, bir iki dükkan bukadar. Film bizi dört karakterle tanıştırır: İstanbul'dan Yozgat'a gelen Yavuz ve Neşe, Kuaför Sabri bir de Sabrinin dostu 'sanatsever' KAmil. Bu insanlara ve yaşadıkları dünyaya ilişkin hiç bir ipucu bulamayız filmde. Film vermeye çalışır belki?; Yavuza peruk taktırır, babasının ölümünü sokuşturur, Sabrinin arkadaşına otobiyografik roman yazdırır , Neşe'nin bencilliğini, koca bulma sevincini gözümüze sokar... falan ama benim izleyici olarak zihnimde içi boş kalmıştır karakterlerin. Yavuzu filme güzel sokup ( ilk sahne) güzel ayırmıştır (son sahne) ama Yavuz karakterinde de filmi kavramışlık bulamadım.  Bu dört  karakterle bir dramatik komedi vardır karşımızda. Sinemada, edebiyatta  sıkıntılı taşralılık hallerine alternatif,  başka bir bakışaçısı verilmeye çalışılmış tahminimce; ama olmamış. 

Bence filmde hüzne, taşralılığa çiğ bir üstten bakış var. Hissettiğim bu sevimsiz küçümsemeyi sahnelerden örneklerle anlatmam  zor. Filmden çıkınca  toyluğum geldi aklıma:

Bizim oralarda da aynı filmdeki gibi yerel radyo vardı, gençler dinlerdi. Şiir falan da yazmaya, gitar falan çalmaya çalışırlardı. 17 yaşında okumak için taşradan İstanbula geldim. Kitaptan, gazeteden, edebiyattan, sinemadan bi haber bir genç iken, birden "entellektüel" bir ortamın içine düştüm. bir sene sonra memleketime gittim. Akrabamızın ben yaşında çocuğu vardı, o yerel radyoyu hüzünle, aşkla dinlerdi. Radyodan parça isterdi. Çok küçümsedim içimden O'nu. Oysa Pink Floyd dinleyerek varoluşsal sorgulamalar yapılmalıydı. Doors dinlenmeli, radyo olarak kent - hür fm falan dinlenmeliydi*. Yüzüne birşey demedim elbet, belki anlamıştır halimden? ezilmiştir, gözleri yere kaymıştır?  Şimdi nasıl utanç duyuyorum bu küçümser halimden, anlatamam. Film boyunca salondan gelen gülme seslerini duyduğumdaki öfke, kendimeydi sanırım.

Neyse bir izleyici olarak filmin bende bıraktığı tadı sevmedim. Karakterler filmin meselesinden bukadar kopuk olmasaydı belki farklı bir tat bırakırdı bende? Belki de komedi ile hüzün bu seneryoya iyi gitmemiş? Bilemiyorum. 

* Kaybedenler klübü diye bir program vardı, sonradan filmi çekildi-izlemedim. İşte o program üstten bir kahkahayı hakediyor. Bu programı bugün durduğum noktadan zavallıca buluyorum. Donun ne renk diye soruyorlardı kadınlara.

Kusursuzlar-Başka Sinema

Kadıköy-Rex e gittim. "Kusursuzlar'a bir bilet" dedim. Arkamdan bir kadın seslendi: "pardon, Kususrsuzlar güzel mi?" Anlamsızca bakınca kadının yüzüne, " konusu neymş , salonun girişinde yazmıyor da" dedi. "Konusunu da bilmiyorum, başka sinema filmlerini öncesinden incelemeden izliyorum" dedim, ileride duran broşürlerden birini alıp kadına verdim. Film için beklemeye koyuldum. Evet, başka sinema çok iyi geldi bana. İzlerken aldığım keyif bir yana, filmi izledikten sonra filmleri zihnimde yeniden, yeniden üretiyorum. İyi bir sinemasever değilim. ne yönetmenleri, ne oyuncuları, ne alınan ödüllerin bir seceresi vardır kafamda. Sadece izlerim. İzlediğim filmler, kareler, müzikler bazen gelir geçer, bazen kazınır kafama. Neyse, ben sinema otoritesi değilim. Bu nedenle sinema hakkında yazdıklarım, sadece düşünsel pratik yapmak için. Kimsenin emeğine dil uzatmak değil niyetim. Yazdıklarım sadece bir izleyicinin yorumları olarak algılanır, umarım.

Kusursuzlarda az mekan, az oyuncu, çok hikaye var. Hem de öyle böyle hikayeler değil.
İki kız kardeşin odağında olduğu film, ufak ayrıntılarla bize buz dağının altını gösteriyor. Kızkardeşi olanların bu filmi daha başka izleyeceğine aminim:)  Gönüllü mü,  zorunlu mu anlaşılamayan bu ilişkideki ötekinin acısına hem merhem olmak, hem de yarayı kanırta kanırta acıtma hali çok iyi verilmiş. Ya memleketimde kadının hallerini?( aslında kadınlık hallerinin bir sınırı yok dünyada ama kadının hali bir başkadır memleketimde!) Böyle zor iki kocaman mesele bence ufacık bir sinema filminde daha iyi ele alınamazdı. Ayrıca "layt" ilerleyen  filmdeki gerilim ve merakın sonuna kadar sürmesi ve son sahneyle çat diye izleyicinin yüzüne vurması da çok taktir edilesi. Belli ki tüm film ekibi çok uyumlu çalışmış. Zor misyonu olan bu film için çok emek verilmiş ve seyirciye güzel bir iş aktarılmış. Oyuncular tam anlamıyla KUSURSUZ!


Not: Eve geldim, internette araştırdım. Film Altın Portakalı almış. (Yani benim sinema ilgim de ...) Çok iyi yapmış bence Portakalı verenler, dedim kendi kendime. 

10 Ocak 2014 Cuma

Hırsız Var

Muhammet, kömür gözeleri uzaklara bakan, kiraz dudaklarını ısıran, tüyü bitmemiş bir mübarek oğlan. Rahmetli babası inşaatta sıva yaparken gözü kararıp boşluğa düştüğünde, altı yaşındaydı Muhammet. Anacığı biricik yetimini eksik bırakmamak için çok çırpındı ancak tuhaf bir hastalık geldi de O'nu buldu; sağ yanı ve yüreği titredi durdu. 

Şehrin yorgun yollarında,  fukara mahalleliyle şafak sökülür. Muhammet on bir yaşında, arabasıyla düştü o yollara. Teneke, plastik, şişe, kutu, gazete, işe yarar ne varsa topladı Muhammet. İlkin, eldivenlere rağmen acıdı elleri, körpe bedeni sızım sızım sızladı. Pes etmedi Muhammet; yürüdü-yürüdü, aradı-buldu. Zamanla acıyan elleri nasır bağladı, bedeni de nasırları gibi katılaştı. 

Muhammet'i işbaşında görenlerin kimi "bakamıyorsan niye doğurursun bu çocuğu" diyerek söylendi. Kimi üst-baş, kimi de evde biriktirdiği geri-dönüşümleri verdi. Günler sırayla geldi-geçti: Cumartesi-pazar kalabalık ve bereketliydi. Diğer günler, çocuklar okula giderdi. Cuma en güzel gündü;  kokusu, gürültüsü, karmaşası keyif veren pazar kurulurdu.  

Muhammet büyüdü mü? Bulduğu oyuncağı değil, kaygan kağıttan renkli dergiyi kendisi için ayırdı. Şehre karanlık çöktüğünde anacığının titrek ellerle kaynattığı çorbayı içip, devşirdiği bu dergiye baktı. Okumaya koyuldu da, bir paragrafı bitiremeden gözleri kapandı. Anacığı üzerine yorgan örttü.

Ertesi gün hava çok soğuktu. Muhammet’in burnuna pazarın kokusu çalındı. Daha dün, cuma değil miydi?  Günlerin hızına şaşırarak ilerledi. Pazarın girişine konulan yeni çöp konteynerini gördü, yanaştı. Ayıklarken çöpleri, gözü takıldı kaldı: Muzlara; pazarın ilk tezgahındaki.

Pazar arabasına oturttuydu babası. Tezgah hizasından seyre daldıydı pazarı. Bir kadının torbasından  elmalar yere saçıldıydı. O, yerdeki elmalara bakarken, babası bir  muz aldıydı. Hayal meyaldi; babasının gülümsemesi, derin yarıklı ellerin kabukları yavaşça soyuşu, muzu uzatışı, başını okşayışı, "büyüsün, aferim oğluma" derkenki sesi. Çok sevdiydi o gün muzu, bir daha yedi miydi?

Tezgahta duran muzlar mıydı canının çektiği? Bilemedi. Cebinde para yoktu. Çıkınında ekmeği vardı da karnı aç değildi. Yeni konteynerden çok pet şişe çıktı. Bitirdi işini. İlerlemeye başladı. Tezgahın yanından geçerken durdu. Abiler-ablalar ellerinde bir tomar gazeteyle yolda yürüyordu. Gazetelere baka kaldı. Gazeteler, abiler-ablalarla pazara girdi. Muhammet'in gözü gene tezgaha kaydı. Arabasını yüklendi,  adım atacaktı ama ayağına bir kasa muz takıldı. Eğildi, kasayı tezgaha doğru itti. Muzlardan biri öbekten kopmuş, tek başına, en üstte duruyordu. Babasının soyduğu muz mu sanmıştı? Elini muza uzattı. Pazardan bir ses yankılandı: "Hırsız Var! Halktan çalıyorlar! Yazıyor! Hırsız var!"

Anacığının elleri oluverdi sanki Muhammet’in elleri. Muz yere düştü.  Doğruldu, arabasını yüklendi,  koşarak ilerledi. Titreyen bacaklarıyla daha öteye gidemedi, köşe başında durdu. Kaldırıma oturdu, başını eğdi, gözyaşılarını yere akıttı.

   

5 Ocak 2014 Pazar

Tanrı Gelini Sibyl

Türü: Roman
Yazan:Par Lagerkvist  
Çeviren:Melih Cevdet Anday
Yapı Kredi Yayınları


90'lı yıllarda, papatya gibi bir arkadaşım hediye etmişti "Tanrı Gelini Sibyl" i. Par Lagerkvist' in 1956 da yazdığı bu romanı defalarca denesem de içine girememiştim. Yıllar sonra, dingin bir zihinle eserin içinde keyifle dolaştım.

Romanda kullanılan dil gerçek, mistik, kıvrak,.... bu sayede tüm duyu organlarımla okudum  romanı. 

Tanrıyı, kesişen iki yaşamın içinden dinletir yazar. İki farklı tanrı mıydı bana anlatılan, aynı tanrının farklı yansıması mıydı? Emin değilim. 
"Tanrı acımasızdır. En insansal olmayan şeydir o. Vahşidir. Apansız vurur insana, tüm zulmünü ortaya çıkaracak. Ya da aşkını"*
Hayata gözlerimi açtığım andan itibaren bana da iyi, bağışlayıcı, adaleti bol, temiz, yüce bir Tanrı anlatıldı. 
Oysa yöremde gördüklerim?   Tanrı'ya muhtaç olanlar-a/-ın vahşeti? Kesilmiş kafalar, patlayan bombalar, deşilmiş ve yakılmış bedenler?  

Lagerkvist'in  mistik cümlelerinde, Tanrı'nın seçtiklerine lütfettiği  kutsal dehşete tanıklık etmek; dünyada yaşamak gibi.

* Arka kapaktan alıntıdır