31 Aralık 2014 Çarşamba

yenik

Genç adam pencereden dışarı seyre daldı. Işıklarla süslenmiş sokakta insanlar bir başlarına yürüyorlardı. Pencerenin  önüne geldiklerinde abartılı   kahkahalar atarak "çok muyluyum" diyorlardı.  Genç adam, sokaktaki herkesin yüzünde abartılı makyaj olduğunu fark etti. Banyoya gidip makyaj yaptı. Şık bir kıyafet giyerek sokağa çıktı. "Işıklı sokakta yürümek çok eğlenceli"  diye düşündü. Pencerenin önünde durdu, ağzını kocaman açtı , " Hah! hah! hah! çok mutluyum" dedi ve yürümeye devam etti. Bu sırada pencereden genç olmayan bir adam bakmaktaydı.

Genç olmayan adam "NE YENİK BİR ZAMAN" diye düşündü. Giderek büyüyen karnını okşadı. Bu uydurmacayı anlatan kişi endişeli: Doğum ne zaman bilinemiyor. Doğacak bebeğin neye benzeyeceği konusunda ise büyük kaygı içerisinde. Genç olmayan adam huzurlu bir gebe. Genç adam ise ışıklı yolda yürümeye devam ediyor.


17 Aralık 2014 Çarşamba

Sesime Gel

Dengbej anlatır hikayeyi, Berfe' nin hikayesini. Temo'nun anası, Jiyan'ın nenesidir Berfe. Hikaye güneşin zaptedildiği, insanın insanı kırdığı bir zamana götürür bizi.


Hikayeyi özetlemek istemedim, http://www.beyazperde.com/filmler/film-226437/  daki kuru özeti yapıştırıyorum:

Berfe 60 yaşında bir babaannedir, 8 yaşındaki torunu Jiyan ile beraber yaşamaktadır. Bir gün jandarma gelir ve Berfe'nin oğlu, Jiyan'ın da babası olan Temo'nun tutuklandığı haberini verir. Zira yaşadıkları köydeki bütün erkeklerin silah sakladıklarına dair bir iddia vardır. Silahlar teslim edilene dek tutuklananlar da serbest kalamayacaklardır. Fakat ne Berfe’nin ne Jiyan’nın saklanan herhangi bir silahtan haberi vardır. İkisi çaresiz biçimde bir silah bularak karşılığında Temo’yu kurtarmak için yola koyulur…  

Anlatılan hikaye doksanlı yıllarda geçer. Film boyunca boyunlarına sarılıp koklamak istediğim karakterleri kaybetme tedirginliği yaşadım. Sanki film kurgu değildi. Filmdeki oyuncular filmin  duygusunu çok yetkin bir şekilde izleyiciye aktarıyordu. Biraz önce film hakkında yazılanları okudum, oyuncular filmin çekildiği yerde yaşayan yerel insanlarmış.  

Filmde hikaye içinde anlatılan hikayeler var. Berfe'nin geçmişini de hikaye içindeki başka bir anlatıcıdan dinleriz. Berfe'nin film boyunca Jiyan'a anlattığı masal, sonra Jiyan'ın anlatıcılığı...
Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa dillendirilip dirilen hikayeler. Üstü hiçbir zaman örtülemeyecek olan hikayeler... 

Barışı işaret eden bu film üzerine çok şey söylenebilir. Amma büyük laflar edecek ne takatım, ne de haddim yok. Filmin çekildiği mekanlar, mekanların hoş sesleri, kokularından çok keyif aldım. Müzikler de filmin ruhunu iyi beslemiş. Diyor ve konuyu açmıyorum.  

Dört yüce, gri, beton duvar arasına  kısılı kalmış, zavallı  hayatlarımızda memleketin türlü acıtıcı hikayesi yankılanıyor. Çıkamıyor beton duvarlardan dışarı  memleketin hikayesi. Bizim ağrımız  bundan dinmiyor.  Görmedik ama biliyoruz, hepimiz biliyoruz! 

10 Aralık 2014 Çarşamba

Tampon

Aynı şirkette çalışıyorduk. Aslı satış direktörüydü. Ben de insan kaynakları. O'na iyi elemanlar bulurdum hep, aramız iyiydi. Çocuk istiyordu ama olmuyordu. İlk eşiyle de çok denemiş. Genç bir adamla iki senelik evliydi. İyi çocuktu kocası, haftada bir ofise çiçek yollar, hoş sürprizlerle şımartırdı O'nu.

Benim doktoru önermiştim çok iyi doktordur. Tam ümidi kesmiştim ki kucağıma aldım nur topu gibi ikizleri; biri kız, biri oğlan. Aslı'da  denedi benim doktoru , ama bir türlü tutmadı tüp de. Sorun da yokmuş aslında, öyle söylemişti. Galiba az vakti kaldığını düşünüp stres yapıyordu. Aslında çok güler yüzlüydü,  kafasına takmazdı pek bir şey.

Burnuna deviasyon yaptırmıştı. Hafif kemeri vardı, onu da törpületmişti. Burnunun son halini göremedim ben. O gün, arabam bakımdaydı. Birlikte çıktık ofisten. Arabada bir sigara  yaktı. Ofiste hiç sigara içmezdi. Burnunda tampon vardı ama nasıl beceriyorsa, içiyordu o halde sigara. Ben rahatsız olmadım, zaten arabanın penceresini açtı. Kavşakta kırmızı yandı. Her zaman o kavşağa, çingeneler yayılır, çocukları su ve mendil satar. Çocuklara bakıp üfledi, pencereyi kapatacaktı, bi bana, bi sigaraya baktı. Bunlar da gelir yapışır şimdi diyorduk ki, ufak bi çingene kızı yanaştı. Pencereden Aslı'ya bakıp "geçmiş olsun abla sana" dedi ve gitti. Sonra sesi değişti Aslı'nın, ağlamaklı oldu. Ne oldu anlamadım, herhalde bu çingeneler dörder beşer doğurabiliyor, benim neden olmuyor falan diye düşündü.  Yeşilin yandığını geç farketti, arkadaki taksici çok kornaya bastı. Birden ofise dönmem lazım, unuttuğum doküman var falan dedi, beni bi taksi durağında  indirdi.

Eve gittim, bir de ne göreyim, televizyonda Aslı, köprüde intihar girişimi diye flaş haber geçiyor tüm kanallar. Aslı köprünün korkuluklarına çıkmaya çalışıyor, derken biri gelip tutuyor da yere fırlatıyor O'nu.  Sonra  ofise gelmedi tabi. Yerine benim O'na beş sene önce bulduğum çocuklardan biri atandı. Ben de arayamadım Aslı'yı. Şimdi arasam ne diyebilirim ki?

7 Aralık 2014 Pazar

Portre

Aynanın karşısına geçtim. Yüzüme bakarak resmimi yapmaya başladım.  Otoportre diyorlar buna. Kendimin resmini yaptım, kendime. Bittiğinde inanamadım, tıpatıp bana benziyordu, ben olmuştu. İnsanın kendi kendinin resmini yapması çok zor sanırdım, değilmiş.

Pencerenin önündeki divana oturup dışarı bakmaya başladım. Resim yapmadığım zamanlar camdan dışarı bakar, sokakta olanı biteni izlerim. O gün yorgundum ve divana uzanmak istedim. Dışarıda olan bitenden de geri kalmak hiç istemem. Yaptığım resmimi alıp cama iliştirdim, zira aynadaki görüntüm olan, tıpa tıp bana benzeyen resmin ben olduğuna hiç şüphem yoktu.

Divana uzanır uzanmaz, otoportrem sokakta olanı biteni tüm ayrıntılarıyla bana  anlatmaya başladı. Sokaktaki insanların zihninden geçenleri de bana aktarıyordu. Çeşit çeşit dünyalara dalıyor, türlü şaşırtıcı gizlere sırdaş oluyordum.  Benim için tarifi mümkünsüz bir zevk olmuştu onun bana anlattıkları. Bir süre sonra anlatılanlar ninni, divanın sert-saman döşeği yumuşacık pamuk olmuştu. Gözlerim ağırlaştı.

Kafamda asılı kalmış ağırlıklar. Boynumu eğmiş, yürüyor yürüyordum. Zihnim  nerede kala kalmıştı o gün? hatırlayamıyorum. İnce uzun bir sokakta yürüyordum. Yukarı baktım, derin bir nefes alıp, başımı sola-sağa çevirdim. İşte o an, bir evin penceresine ilişmiş bir portre gördüm. Portre bana bir şeyler fısıldıyordu.  Kulaklarımla işitmiyordum, bir sesti duyduğum tam zihnimin göbeğinde.  Portre bana, beni anlatıyordu.  Korktum çok. Gözlerimi kaçıramıyordum. Kaçmaya çalıştım, lakin ayağımın altındaki zemin boşlukta dönüyordu ve ben bir adım bile ileri gidemiyordum. Kaçamıyordum, mıhlanmıştım.  Kuyu gibiydi, dibini görmek için eğildiğinde yutacak cinsten dipsiz bir kuyu. Fısıldadığı şeyler iliklerimde yankılanıyordu.  İnsan, dipsiz bir kuyu, kendine baktıkça derin bir bilinmezle hemhal olunuyor. Sonunda çaresizce teslim oldum o penceredeki portreye.

Üzerime bir meltem esti, masmavi bir boşluk okşadı beni. Koştum...

16 Kasım 2014 Pazar

9

"...ama çıt çıkmıyordu, en küçük bir uğultu bile duyulmuyordu. Makine böylesine sessiz çalıştığı için dikkatinizi çekmiyordu." F.Kafta dan alıntı ile başlar film.
Daha sonra izleyicinin zihninin derinlerine inebilen bir jenerik başlar.

Filmin tamamı  polisin sorgu odasında 6 kişinin sorgulanmasından oluşur. Sorguda filmin sonuna kadar polisin sesi, cismi yoktur. Sadece sorgulanan 6 kişinin anlattıklarını dinler izleyici.

İstanbulda bir mahallede, mahalleye dışarıdan gelen yaban-cı bir genç bir kadın vahşice öldürülmüştür. Polis sorgusu bu cinayete ilişkindir.

Sorgulanan kişiler bambaşka bakışaçıları olan 6 mahallelidir. Film boyunca bu 6 mahalleliyi dinleriz karanlık ve izbe sorgu odasında. Birkaç sahnede anlatıcıların zihninde canlanlanan anlara gideriz. ve bu 6 kişi dışında iki mahalleliyi daha görürüz. Bir de öldürülen genç yaban-cı kadın: Kirpi yi. Toplam 9 kişi. Filmde 6-9 un aynılığına ve zıtlığına göndermeler vardır. Tıpkı aynı anın farklı anlatıcılardaki zıt duruşu gibi.

Karakterleri tek tek anlatmak istemiyorum. Wiki den ayrıntı alabilirsiniz:
http://tr.wikipedia.org/wiki/9_(film,_2002)

Anlatıcılar döküldükçe tertemiz mahallenin içine işlemiş kirlilik, zavallılık deşilir ve lök gibi bir memleket gerçeğiyle karşılaşırsınız.

Katil kim mi? Ben sen o biz siz onlar....Ama  günahı bağlayacak bir keçi var elbet!

Aklıma barış gelini Pippa Baca nın kaybolduğu zaman geldi. Hangimiz gelinin başına gelenleri yanlış tahmin etti? hepimiz tecavüze uğrayıp katledildiğini biliyorduk, ceset bulunmadan önce. Sonra bizi rezil etti diye kamyon şöförüne nefretini akıttı bir gürüh. Aklandık paklandık mı sonra?

Ya Sarai Sera? Yıl 2013 bir turist kadın kayboldu, İstanbulda. Büssürü ağız "aman! bu kadın da şaibeli" diye söylendi durdu. Gürühun bilinç-altı aynı: kadın hak etmiş! Tıpkı filmdeki ifadeler gibi. Sonra kadın vahşice öldürülmüş bulundu. Tıpkı 2002 yılında pek dikkat çekip gündem olmamış bu film gibiydi o günler.

Yönetmen-senarist medyum olsaydı keşke. Ne yazık ki bir cinayeti, katliamı öngörmek bu memlekette çok sık karşılaşılan bir durum.

Türkiyedeki ilk dijital olarak çekilip 35mm ye aktarılan ilk filmiymiş. Ben  filmdeki oyunculuk dehasından ve filmin meseleyi ortaya koyuşundan çok etkilendim.

30 Ekim 2014 Perşembe

Kutlu Olsun- 2

Bu sene de kaç can almış düzenimiz? Tek düzenin alttakini dümdüz etmek olan  düzeni ülkemin?
Kaç insan kanı aktı? da aktı!, kaç ağaç kökünden koparıldı bu Cumhurun bayramında? 

Kaç işçi bile bile öldürüldü? KutlaMA! cumhura bayram nedir?


"ben çok fazla sinir krizinin eşiğine gelmem. ancak bazen bu ülke öfkemi nereye koyacağımı şaşırtıyor! biz geçen sene(ben tema'dayken) 12 bilim insanıyla bir rapor hazırladık. konya kapalı havzadır, linyit madeni yaparsanız yer altı suyu basar dedik. enerji bakanı uyarılarınıza teşekkür ederiz dedi. yetkililer geldi, dinledi teşekkür etti. bundan 3 ay önce karaman ermenek'teki madende göçük oldu. 1 işçi hayatını kaybetti. göçüğün sebebi duvarlardaki basınçtı. yani büyük kazanın sinyaliydi, basın açıklaması yaptık. şimdi kimse bana çıkıp, karaman'da maden kazası oldu demesin. ben olanca sıradan vatandaş halimle kazanın geleceğini bu kadar önceden biliyorduysam; en azından benim konuştuğum tüm yetkililer de biliyordu! karaman'daki açık seçik: #kazadegilcinayet ! aha da tema'nın raporunu buraya koyuyorum; yapılması planlanan linyit madeni ve termik santral de budur! bundan sonraki tüm cinayetlerden sesini çıkarmayan yetkililer kadar, bu rapora rağmen kaza diyen sizleri de sorumlu bilirim!!"


Bu da geçenseneki kutlaMAm: http://kusbocek.blogspot.com.tr/2013/10/kutlu-olsun.html

12 Eylül 2014 Cuma

ölmeye yatmak-Adalet Ağaoğlu

Ahh Aysel! sen kalk da ben yatam; ölüme.Muhasebesini yapayım ideal çerçevesi sürekli değiştirilen,  kırık-dökük garabet hayatlarımızın. Ah Aysel, "Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek" ya, ya? demişsin sayfa üçyüzdoksansekizde. Öyle de senden yarım asır sonra ben de yaşadım ya bunca ikilem.Zamanının idealleri solmuş, yanıbaşına kan ve insan tezeği sürmüşlerdi. Soludum ya ben bu havayı sonra içime işledi soluk ideallerin berisine konanlar.Ufak ellerimle edep yerimi kapadım  ben bi ömür.  Elim büyüdükçe küçüldü ya edep yerim, sonra siliniverdi. İçinden çıkıverdi ya tam üç çocuk. Soğan koktu ya benim kalem tutan ellerim.Aydınlanamadım ben hiç Aysel! Arafın loşluğunda debelendim. 


Aysel senden bi yarım ve bi çeyrek asır sonra çıktık biz üç kız çocuk, karanlık  edep yerinden. Aysel, nasıl çocuktun sen? Oğlanlarla aynı sınıfa koyuldun? bi oğlanla el ele ronda durdun? Aysel, zamanının idealleri tamamen silinmişti. Üstüne okunmuş, üflenmiş, tütsülenmiş insan kellesi-kanı-tezeği ve gülsuyu kondurmuşlardı. Soluduk ya biz bu havayı, içimize işledi sonra. Elleriyle edep yerimizi kapadılar  bi ömür. Eller çoğaldı da biz küçüldük.Aydınlıklarda kör olmuşlar sevdirdi ya bize karanlığı. Aydınlıkta gözlerimiz kamaş kamaş. ÖRT Aysel! Gözlerini de..... 

Dedim ben zaman zaman içimden bu kitabı okurken


Adalet Ağaoğlunun Dar Zamanlar çoklu romanının ilki Ölmeye yatmayı okudum. Beni derinden etkileyen romanlar listesine koydum bu eseri.
Roman 78 de yayınlanmış. Henüz 12 Eylül  ve bunca acı dolu kepazelik görmemiş  memleketim.
Yazar dışarıda, uzak, dingin bir yere oturulmuş ve bir içten muhasebe yapmış sanki. Tek muhasebesi bireyle değil,  bireyi şekillendirmeyi ilk hedefi olan üst-yapıyla  aynı zamanda.
Kurgusuyla, meselesini koyuş biçimiyle, kullandığı dille,  çok kıymetli bir eser.  Romanı özetlemeye dilim-elim varmıyor. Belki ileride çoklamanın tüm romanlarını okuduktan sonra. İkinci roman  "bir düğün gecesi" ne henüz başladım. İkinci romandan da tarifsiz bir tat alacağımı hissediyorum.



16 Ağustos 2014 Cumartesi

Hakkari'de bir mevsim.

"Hak. kentim
çileli gözlerin
cüzzamlı derin
ve- kar ile devam eder adın.."

Nasıl ve neden geldiğinin farkında olmayan/olmak istemeyen bir yazar/öğretmen Hakkari'de yaşadığı bir mevsimi anlatır:

"Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı.
Ve kendimi burada buldum.
Söyledim değil mi, kızgın kumların üstünde değil, deniz kıyısında değil, başı bulutlarda bir yerdeydi bu kayalar.
Kendime geldiğimde, çevremdeki insanlara denizi ve tayfaları sordum.
Hiçbirşey anlamadılar."

Bir sürgündür belki öğretmen, dillerini bilmediği, dilini bilmeyen, yabancısı olduğu insanlara gelmiştir.
Roman rüya gibi başlayıp rüya gibi sona eriyor.  Okuyucu romanda şiiri, düşü, var oluşu, şehri, gerçekliğin can yakıcı acısını iliklerine kadar hissediyor.

Ferit Edgü  eşşiz romanını1976 da yazmış.  Roman Onat Kutlar ve Edgü tarafından seneryo haline getirilip Erden Kıral tarafından 1982 de sinemaya uyarlanmış. Usta oyuncu Genco Erkal başrolde. Filmin duyguyu güzel ifade eden müziklerini Timur Selçuk yapmış.  Romanı okuduktan sonra filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Romanda beni oldukça etkileyen bölümler ( örneğin: ilk ve son sahne) sinema uyarlamasında yok.
Film çok başarılı ve birçok uluslar arası ödüle layık görülmüş. Ama TC devleti elbet  kıymetli-derin olan şeylerden haz etmediği için, filmi yasaklamış. Filmde, romandaki Vali ile olan gayet yumuşak sahneler  olmamasına rağmen devletimiz filmi sakıncalı bulmuş.

Bir kaç hafta sonra Hakkari'ye  gideceğim. Bir köyünde öğretmenlik yapan kızkardeşimle beraber. Heyecanım büyük.

Youtube deki çekimde zaman zaman arkadan gelen alakasız sesler biraz can sıksa da ( katlanılmaz değil) Filmin linki:

http://www.youtube.com/watch?v=ndorOca3Y_8&list=UUIjE1S6vK_1306u_vHege0g





12 Temmuz 2014 Cumartesi

Max Frisch: Stiller - Homo Faber

İsveçli mimar ve yazar Max Frisch'in iki romanı Stiller ve Homo Faber'i üst üste okudum. 

Yazar Stiller'i  54 de yazmış. İçine bulunduğu  kimliği red eden bir heykeltraştır Stiller. Romanın kahramanı  Stiller, "Stiller" değildir. Romanın ilk cümlesi de budur: "Ben Stiller değilim!" 

Romanın ilk bölümü Hapishanede Stiller olmadığını söyleyen bir adamın yedi defterden oluşan günlüklerinden oluşur. Günlükler Mr. White tarafından yazılmıştır. 

Mr White, uzun zamandır kayıp heykeltraş  Stiller olduğu  için tutuklanmıştır. Okuduğumuz ilk defterdeki günlükte,  Stiller olduğunu red eden ve isminin White olduğunu söyleyen kişinin hapishanedeki zihnindeyizdir. Daha sonra Stiller'in hayatına sokuluruz. Günlüklerde Stiller'in karısı Julika,  Stiller'in eski dostu Rolf ( bu davanın da savcısıdır), savcının karısı Sibylle, doktor, avukat ve gardianla diyaloglara yer verilerek günlükleri yazan mr.White/Stiller? in zihninde, geçmişinde dolaşırız. 

Kitabın ikinci ve  bölümü ise "Savcının son deyişi" adında kısacık bir bölümdür. Savcının Stiller'i dava sonrası ziyaretini anlatır. Dışarıdan kimlik meselesinin yetkin bir analizidir aslında bence bu bölüm. 

Yazar Stiller adlı romanıyla bireyin içinde olduğu kimlik meselesini sorgulamıştır diyebilirim. Romanın kurgusu çok güzel. Okur bir an bile romanın etkisinden çıkmıyor. 

Alıntı YKY 4.Baskı Sayfa 311: :
Evet; - Bu deftere yazdığım şeyleri kim okuyacak ki?Yinede şuna inanıyorum ki insan yazdıklarını birinin okuyacağını düşünmeden bir şey yazmaz bu kişi yazarın kendisi olsa bile.Sonra şunu soruyorum kendi kendime:İnsan kendisi de katılmadan birşey yazabilir mi?İnsan kendi kendine yabancı olmak ister.Benim gerçekliğim oynadığım rolde değil kendı kendime ne tür bir rol vericeğim konusunda bilmeden aldığım kararda yatmaktadır.Kimi zaman bir yılanın derisinden sıyrılması gibi bizimde yazılanlardan sıyrılıp çıktığımız duygusuna kapılırım.İşte olay bu insan kendi kendisini yazıya dökemez ancak yılan gibi deri değiştirebilir.Ama bu ölü deri ile kim ilgilenebilir ki?Okuyucunun kendisinden başka birşey okuyup okuyamıyacağı yolunda sık sık ortaya çıkan soruya gerek kalmıyor:Yazı yazmak okuyucularla bağlantı kurmak değildir.İnsanın kendi kendisiyle bağlantı kurması da değildir.Yazı yazmak ifade edilemeyenle bağlantı kurmaktır.İnsan kendisini ne kadar kesin bir biçimde dile getirebilirse yazarı zorlayan ve harekete geçiren ifadesi güç şey yani gerçekte o kadar saf ve temiz görünür.Suskun kalmak için dilimiz var.Susan kişi suskun sayılmaz.Susan kişi kim olmadığının farkında bile değildir. 
Savcının sözleri sayfa 383:
İnsanı o güne kadar olan yaşamına yavaş yavaş ya da ansızın yabancılaştıran şey, kendini tanımasıdır ve bu tanımailk adımdır, atılması zordur, ama kesinlikle yeterli değildir. Tam da bu adımı atıp kalan, salt kendini tanımanın verdiği melankoliyle yetinen ve bu kendini tanımaya olgunluk süsü veren ne çok insan tanırız! Sanırım Stiller bunu aşmıştı, kayıp olmayı seçtiği zaman zaten aşmıştı. İkinci ve daha zor adımı atmak üzereydi, yani olmayı çok istediği kişi olmaya katlanmaktan kurtulup,  kim ise o olmak üzereydi. İnsanın kendisini kabullenmesi kadar güç bir şey olamaz
************************
Homo Faber yazarın 57 tarihli romanı. Roman kahramanı Walter Faber adında 50 yaşında bir mühendis. KAhramanımız duygularla ilgili olan herşeyi reddeden ve dışsal-somut gerçekleri kısa ve birbirine benzeyen teknik cümle anlatan biri. Roman bu kahramanın dilinden yazılmış. 
Kitapta temel olarak iki dünya görüşü iki ana karakterde temsil edilmiş. Biri romanın anlatıcısı meslektaşım:"mühendis" Walter Faber ya da Hanna'nın onu adlandırdığı haliyle " Homo faber" (teknik insan), bir diğeriyse Walter Faber'in eski sevgilisi sanat tarihçisi Hanna Landsberg, ya da Walter'ın onu adlandırdığı gibi "Sanat perisi".

Romanın bittiğinde Homo Faber'in yaşadıklarından sonra insan bir düşünüyor: 
Bukadar hesap-kitap, riskleri önleme gayreti, öğretilmiş korkular eşliğinde yaşadığın bu dünyada duygularını ve arzularını  sürekli bastırarak yaşamak, kendi özüne dönüp de bakmamak nekadar "akılcı"?  

Etrafında ve içinde Homo-Faberler döşenmiş bi kişi olarak bana çok iyi geldi homo-faber okumak. 



7 Temmuz 2014 Pazartesi

12 kızgın adam

1957 yılında çekilmiş bu film önyargıları, hukuğu, toplumsal eşitsizliği, bireysel tutumları, vicdanı sorgulatıyor. Film elbet siyah beyaz. İlk sahnadeki etkileyici bir açıdan verilen mahkeme binası , son sahnedeki mahkemeden çıkış sahnesi ve bir tuvalette el yıkama sahnesi dışında , filmin tamamı bir odada geçiyor.

Filmin kısa özetini yapayım:

Film bir cinayet davasında, yargıcın jüriye seslenişiyle başlar. Amerikan yaslarına göre jüri, şüphelinin suçlu ya da  suçsuz olduğuna dair kararı oybirliği ile almalıdır. Üyelerinin farklı kararı olması durumunda, jüri kendini fesedecek ve dava yeniden görülecektir. Dava,  şehrin yoksul ve dışlanmışların yaşadığı bölgesinde işlenen cinayete ilişkindir. Cinayeti işleyen kişinin öldürülen adamın öz oğlu idda edilmektedir. Jüri, bu  çocuk zanlının babasını öldürüp öldürmediğine karar verecektir. Jürinin vereceği kararda çocuk suçlu bulunursa  cezası elektrikli sandalye ile idam olacaktır.  Jüri üyeleri  davayı jüri odasında tartışır. Bir Jüri üyesi dışında tüm üyeler cinayeti çocuğun işlediğine emin olduklarını beyan eder. Henry Fonda’nın canlandırdığı sekiz numaralı jüri üyesi (Fimin sonuna kadar hiç kimsenin ismi telafuz edilmez.) “Elimi kaldırıp bir çocuğu ölüme gönderemem.” diyerek diğer jüri üyelerine  karşı çıkar. Mahkemedeki tanıklıkların  muhasebesi yapılır. Derin, gergin  bir tartışma yürür jüri üyeleri arasında. 

Sistem, toplumsal önyargılar, ölüm cezası, yargılama ve savunma süreçleri hakkında izleyici de Jüri üyeleri ile düşünmeye zorlanır. 

Film izleyiciyi bir an bile boş bırakmıyor. Merakla, hafif gergin,  birsürü derin meseleyi farklı bakışaçılarıyla düşünerek filmi izler seyirci. 

İzlediğim farklı, her yönden beni oldukça doyuran bir filmdi "12 kızgın adam". Yönetmen Sidney Lumet’in ilk yönetmenlik denemesiymiş. 

Amerikan hukuk sistemi bizimkinden oldukça farklı olsa da filmdeki hukuk felsefesi evrensel diyebilirim. 

4 Temmuz 2014 Cuma

Kış Uykusu

Türk Sinemasının Cannes'den yetkinliği tescilli bi filmi Kış uykusu. Ödülü bol, beğeneni çok, beğenmeyip dil uzatanı da. Ben de gittim izledim, 3 saat 16 dakikalık bu filmi. 

Filmin  özetini beyazperde.com dan kopya  edeyim:
Aydın emekli bir tiyatrocudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'ya babasından yadigar kalan butik oteli işletmek için geri döner. Aydın o günden sonra başlayan kış uykusu bu gözlerden ırak otelin içerisindeki gündelikleriyle, kah yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak kah her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek geçer. Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan genç karısı Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla... Kışın bastırması ve artan kar yağışı bu küçük taşrada en çok Aydın'ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder... 
Bu özette filmin girişinde ve sonrasında filmin önemli bir yerinde duran "Aydın" adamın kiracılarına değinilmemiş. Oysa bence kiracı aile ve ailenin "Aydın" adamla ilişkisi çok katmanlı bu filmin en derin katmanı. 

Nuri Bilge Ceylan'ın önceki filmlerinden farklı bir noktada duruyor Kış Uykusu. Ceylan'ın daha önceki filmi -Bir Zamanlar Anadolu'da da edebi havayı solumuştuk. Kış Uykusu'nun edebi dünyasına iyice dahil oluyor izleyici. Filmin görsel yönü elbet güçlü ancak yönetmenin diğer filmlerindeki gibi görselliğin hakimiyeti yok filmde. Dış mekandan çok iç mekanlar kullanılmış ve kişilerin diyaloglarıyla ilerliyor film. Filmin temeli, toplumdaki sınıfsal, cinsiyet-sel, kültür-el durum üzerine kurulmuş. Bu anlamda politik bir film diyebiliriz Kış Uykusu için. Ancak alışılagelmiş politik filmlerin acı tadı yok. 

Seneryo bana kalırsa çok iyi. Üzerine çok düşünülmüş ve en ince ayrıntıya kadar özenle döşenmiş. Yetkin seneryo üzerine usta oyunculuklar, güzel kamera açıları da eklenince ... 

Ben filmdeki karakterleri yapay bulmadım. Bir yanıyla "Yapaylığı" da sorgulayan bir filmde karakterler yapay bulunuyorsa... 
İsmail karakteri için ise yapay değil, gerçek üstü diyebilirim. Vicdanı deşen bu filmde özellikle gerçek üstü kurgulanmış, çok da iyi olmuş.

Film hiç uzun olmamış. Bir an bile sıkılmadım. Her sahnede izleyiciye tutulan ayna var. Aynaya bakmamıştır belki filmden sıkılanlar?

Filmdeki "Aydın" eleştirisinin, aydınların memleketteki müşkül hali nedeniyle garipsendiğine dair yazılar okudum. Ancak  2011 yapımı O.Ünlü'nün "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi"  filmindeki gibi apansız, işaretini yanlış yere koymuş bir Aydın eleştirisi yok filmde. 

Bu filmi izlerken, izleyici olarak her filmde tutunabildiğim bir dal aradığımı farkettim. Bu filmde o dalı zor buldum: 
Film boyunca dört sahnede beliren kiracının oğlu İlyas ve kiracı İsmail'in gözünden titrekçe dökülen bir damla gözyaşı.
O zoraki akan bi damla gözyaşını bulduğumda film benim için bitti. Acaba yönetmen de burda bitirseydi filmini; Aydın Beyi Nihal-ine döndürmeseydi izleyici çok mu ezilirdi? Bi damla gözyaşıyla?




29 Haziran 2014 Pazar

THE GRAND BUDAPEST HOTEL

Film, bi genç kadının, bi yazarın mezardaki anıtını ziyareti  ve yazarın  Zubrowska Cumhuriyetindeki Büyük Budapeşte Oteli'ne yaptığı ziyareti anlatan kitabını okulamaya başlamasıyla başlar. 
Genç kadının okuduğu kitap, yazarın bir zamanlar göz kamaştıran Büyük Budapeşte oteline ziyareti sırasında öğrendiklerini anlatır. Anlatıcı, otelin o günkü sahibi Sıfır Mustafa'dır ve takvim 68 yılındadır. Anlatılan hikaye 32 yılında otelin şatafatlı günlerinin sonlarına yakın dönemde başlar. Bu dönemde Mustafa otelde belboy görevlisi olarak çalışmaktadır. Zubrowka savaşın eşiğindedir ve otelin ünlü çalışanı Gustave'ın gündemi farklıdır. Otelin zengin misafirlerinin ihtiyaçlarıyla ilgilenen Gustave, aynı zamanda yaşlı ve sarışın zengin müşterilerle de birlikte olmaktadır. Bu kadınlardan bir tanesi otelden ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra evinde esrarengiz şekilde ölü bulunur ve olaylar hızlı bir şekilde gelişmeye başlar.
Film kurgusuyla, gizemiyle, akıcılığıyla,  polisiyesiyle, müzikleriyle, kibarlığıyla, oyuncu kadrosuyla müthiş bir tat bırakıyor izleyiciye. İzlemesi çok  keyifli bir film. Ayrıca film Stefan Zweig’ın romanlarından ve notlarından esinlenilerek uyarlananmış. Bana kalırsa çok iyi de bir savaş karşıtı film. Filmde kibar Avrupa'nın tarihine kibarca  göndermeler de var.

27 Haziran 2014 Cuma

Gece Ağacı-Truman Capote

Amerikan Edebiyatını takip etmek isteyip bir kısım yazarı okumaya gayret ettim. Lakin çok derinlere inemedim. Capote bendeki Amerikan edebiyatı önyargılarını kırılmasına sebep oldu.
Bay Kötülük adlı ilk öykü, düşlerini para karşılığı satan bir genç kadının, düşlerini satarak tüketmiş bir düşkünle tanıştıktan sonra  düşlerini Bay Kötülükten geri istemesini anlatır. Düşler geri alınabilir mi?
Kitaptaki diğer (Para dolu damacana, Benim anşatışım, Miram, Gece agacı) öykülerin  herbiri okuması keyifli, şaşırtıcı, alışılmışın dışında öyküler. Kullanılan dili de pek sevdim. Çevirmenin de emeğine sağlık.

Tesadüf eseri hayatımın kesiştiği bir dost ( hangi ilişki tesadüfen değil?) bana Capote'nin Bay Kötülük adlı öyküsünden bahsetti. Sonra da kütüphanesinde özenle yıllardır sakladığı  Capote'nin Gece Ağacı isimli  kitabını hediye etti. Kitap oldukça eski basım, mis gibi kokuyor. Kitabın içine girince, bilinçaltının ete kemiğe büründüğü bir rüyanın içerisine düştüm sanki. Keyif ve merakla rüyadan rüyaya dolanırken uyanmak ve Capote'nin dünyasından çıkmak istemedim.



12 Haziran 2014 Perşembe

Kral - John Berger

John Berger 'i, konuşmalarının derlendiği "Görme Biçimleri" isimli kitap ile tanımıştım. Daha sonra DüğüneBento'nun Eskiz Defteri / Kıymetini Bil Herşeyin / G. / A'dan X'e gibi kitaplarını büyük bir iştahla okumuş ve okuduktan sonra başka bir yaşamı soluyan bir insan haline dönüşmüştüm. 


John Berger hayata, olgulara başka bir gözle bakmamı sağladı hep. Ondan öğrendiklerim bana tatlı-dingin bir duygu verdi. Anlattığı hikayeler acılar da içerse, içinde umut saklıdır, minnacık sımsıcak bir kuş gibi. Hikaye bittiğinde, saklı kuş canlanır ve gökyüzünde kanat çırpar. 

Mütevazi ve yalın diliyle Kral adlı "bir sokak hikayesi"nde de Berger, bana farklı bir yaşamın kapılarını açtı. 


Yoksulların, evsizlerin  yaşadığı derbeder bir bölgedir romanın mekanı. Buraya ilk yerleşen Jack, dünyanın manasını çoktan düşlemiş ve düşlemekte olan Vico, Vica ve Kral. 

Kral, düşünen, konuşan bir köpektir. Kralın dilinden "düşkün"-lerin hayatında keyifle geziniriz.  Yoksulları hor görenlerin yoksulluğu temizlemek için faydasız ve gaddar çabalarına tanıklık ederiz. Modern toplumun iki yüzünü yansıtır yazar. belki?

Berger okumak gerçekten farklı. Beni değiştirip dinginleştiriyor. Şimdilerde ara ara  Görme Duyusu nu okuyorum. Herkese Berger'i okumayı tavsiye ederim. Başka bakışaçısı iyidir.




Şeyler-Georges Perec

Kitabı okuduğumda otuzlu yaşlarıma yaklaşırkenki ruh halim, düşlerim, düşmelerim, ayağa kalkmalarım geldi aklıma. Yazar Jerôme ve Sylvie ile eski beni ve etrafımdakileri anlatıyordu sanki. 


Hayatının baharında iki insan Jerôme ve Sylvie. Sistemin çarkından çıkmaya çalışırlar. Özgürlüklerine düşkünler ve mutluluğu aramaktalar; konforlu-öğretilmiş  mutluluğu. Eğitimlerini yarıda keser ve anketörlük işine başlarlar. Etraflarında dolanan şeylere sahip olmaya çalışırşar. Eşyalarla mutlu olacaklarını düşünürler belki? Böylece sistemin dümenini çevirip dururlar.

Kitap 60'lı yılların avrupasında geçen bir hikaye. Ama, sanki bugünün Türkiye'sinde sıradan bir hayatı anlatıyor; boş havanda dövülen, umut dolu hayatları...

Mutluluk nerde? Sahip olamayacağımız şeylerde mi? 





23 Mayıs 2014 Cuma

Once-Bir zamanlar

Çok ihtiyaçcım varmış bu filmi izlemeye. Sıcacık bi film. Film boyu dinlediğim güzel müzik ve sıradan insanların sımsıcak hayatları bana huzur ve keyif verdi. Memleketteki bunca garabetten  kısa bir süre sıyrıldım.

İrlanda'da söz yazarı ve müzisyen  adam (Glen Hansard), sokaklarda müzik yaparken bi yandan  babasının tamirci dükkanında çalışıyor.  Bi gün  Çek bi kızla tanışıyor.   Annesi ve bebeğiyle yaşayan kızımız ( Marketa Irglova) enfes bir sese sahip ve piyano çalmayı seviyor. Hayali albüm çıkarmak olan yetenekli  sevgi dolu adamımız,hayat-sevgi-yetenek dolu Çek arkadaşının da gayretiyle demo kaydı yapar... 

Film boyunca bu iki  insanın hayatlarına müzik eşliğinde sokulup ısınıyor insan. Dayanışmanın, paylaşmanın tadı damağında kalıyor

Filmden sonra baktım ki bu iki oyuncu aynı zamanda müzisyen ve hayat arkadaşıymış:) Kendilerini dinliyeceğim arasıra. Bi yastıkta da kocasınlar.


20 Mayıs 2014 Salı

RAN-Akira Kurosawa

Filmdeki diyaloglara ve konuşulan dilin rengine, verdiği hisse alışmam biraz zaman aldı. Çünkü hiç Japon filmi izlememiştim. Japon kültürü konusunda suşi ve harakiri  kelimeleri dışında bildiğim bir şey yok. İlk işim Japon kültürüne acık yakından bakmak olsun...

Ran, Japoncada “Kaos” anlamına geliyormuş. Hiçbir filmde görmediğim, belki hayatımda bunca dikkatimi çekmemiş gökyüzünde dolaşan bulut sahneleri beni çok etkiledi.  Yönetmenin ilk bulutlu sahneyi çekebilmek için  seksen beş gün  çekim yerinde beklediği söyleniyor. 



Film bir av partisiyle başlıyor. Yaşlı Lord  devleti üç oğlu arasında paylaştıracağını bu av partisinden sonra açıklar. Devletin yönetimini ve birinci kaleyi en büyük oğluna, ortanca oğluna ikinci  kaleyi, küçük oğluna üçüncü kaleyi bırakacaktır. Küçük oğlu bu paylaşımın ağabeyleri arasında savaşa neden olacağını düşünür ve tepki verir. Bunun üzerine baba kendisine saygısızlık yaptığını düşündüğü küçük oğlunu kovar ve onu haklarından men eder. Zaman içinde küçük oğlu haklı çıkar. Yaşlı adam, kendiyle-iktidarıyla ve zulmüyle acılar içinde yüzleşir. 

Film iktidar  hırsının getirdiği  yozlaşmayı, sonu gelmez tutkuları ve bunun sonucunda gelen tükenişi çarpıcı, şiirsel bir dille aktaryor izleyiciye. Film, günümüze de çuk diye oturuyor. Dünya tarihinde iktidarın olduğu her zamana da cuk diye oturacağına kuşkum yok.


Filmden bir sesleniş:


-Tanrılar nerede Buda nerede?Gerçekten varsanız beni iyi dinleyiniz. Muzır ve zalimsiniz. Orada canınız çok mu sıkılıyor da burada bizi karınca gibi eziyorsunuz? Cevap verin. İnsanlar ağlarken bukadar mı zevk alıyorsunuz?

-Yeter tanrılara saygısızlık yapma. Asıl ağlayan tanrılar. Zamanın başlangıcından buyana aralıksız birbirimizi öldürmemizi seyrediyorlar . Bizi kendimizden koruyamazlar ki. Ağlama! bu dünyanın hamurunda var

13 Mayıs 2014 Salı

Utanma-2

Bu resimi, bi madencinin evladı babasını anlatmak için yapmış. Siz de evlattınız, resmetmeyi sever miydiniz? Belki evladınız vardır resmetmeyi seven?

Can alacağı belli madenlerden birinde olan oldu ve işçiler içerde kaldı. Sayılar uçuşuyor havada, onbeş...dörtyüz ölü diye.. 

Bitek iktidarı=parayı sevenlerin güçlü olduğu memleketimin düzeni, var ya düzeni: bizi düzen! işte o düzende düzen yok! Düzenin tek kuralı var, o da: muktedirin temiz ne kalmışsa, üstüne basa basa tepeye çıkması. Bizim ise cebimizde üç tane maymun: görmedim, duymadım, bilmiyorum!

Bu sabah uyandık, sıcak yataklarımızdan kalktık, ayılmak için yüzümüzü yıkadık. Amma kömürün karası var alnımızda. Yıkasak da çıkmayacak, sıcak yatakları olmayanlar oldukça, madenden kazanılan parayla gök delenler dikildikçe, biz o gökdelenlerden bi daire almaya özendikçe...


Bu sabah uyanmaya utandım, alnımda kömürün karası....


Soma holdingin başındaki dingil ile roportajdan alıntı:

- TKİ, Soma'da kömürü kendisi çıkarırken tonunu 130-140 dolara mal ediyordu. Biz ihaleye girip, tonun TKİ'ye yüzde 15'lik rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkarma taahhüdü verdik. 
- TKİ, kömürün maliyetini oldukça indirmiş. Bu model size de para kazandırıyor mu?
 - Gerek biz, gerekse diğer özel şirketler kâr etmesek bu işe girmezdik. - Kârlılığa ulaşmak nasıl oldu?
 - Bizim mühendis ve işçilerimiz uzaydan gelmedi. Sadece işi iyi planlamak, özel sektörün çalışma tarzı devreye girdi o kadar. 

http://www.radikal.com.tr/turkiye/alp_gurkan_vahap_munyara_konusmustu-1191955

6 Mayıs 2014 Salı

Utanma -1

Haftasonu, hıncahınç kalabalık olur Kadıköy. İter iter insanlar; önünde ne varsa, insan - lokma vesaire.
İtiyor ve itekliyorken  Kadıköyünde, ince-uzuncana bi adam gördüm. Zamana direniyordu sanki adam. Düz saçları, sakalı ve gözlükleriyle 70 lerde yaşıyor gibiydi. Grevdeki işçilerin giydiklerine  benzeyen, üzerinde "Emekçi Şair" yazan bir önlük giymişti.  Bir elinde, içinde kitaplar olan beyaz naylon poşet vardı. Yukarı kaldırdığı diğer eliyle, şiir kitabını kalabalığa gösteriyor ve ezberindeki şiirlerini okuyordu.

Nerde kaldım? Kalabalığın içinde iteliyordum. Şairin cılız sesi kulağıma çalındı. Sese uzandım, ama ulaşamadım. Kalakaldım ve üstüme gelen kalabalığın üstüne yığıldım. İçimden bana tedirginlik veren bir şey söküldü sanki, dinginleştim. Ayaklarım ilerledi. Az ötedeki köşeyi döndüm. Kalabalığın, çok kalabalığın! içine kurulmuş masalarda insanlar yiyip içiyorlardı. Çok yiyiyor, çok içiyorlardı. Masanın birine kalabalıktan sıyrılan, yüzü kavruk kız çocuğu yanaştı. Etekliği mordu. Atkuyruğuydu yapaklı saçları. Güneşten kavrulmuş yüzü pislik içerisindeydi. Çok yemek yiyen insanlara birşeyler söyledi. Kıpırdamadı yemek yiyenler, utandım. (Sadece utanmayı mı bildim bu dünyada?) yere kaydı gözlerim. Çocuğun ayakları çıplaktı. Havada, yerde Nisan serinliği vardı. Çocuğun topuğunda, tırnaklarında, parmak aralarında sızıp da kurumuş kanlar vardı. Bu dünyada bir tek utanmayı bilebildim ben. Yere bakınca da çok utanıyorum.

2 Mayıs 2014 Cuma

Chce sie zyc-Hayat çok güzel

Ben Bitki Değilim!

2013 Polonya yapımı bu filmi tesadüf eseri izledim.

Ufak Mateusz, doğuştan  beyin felçli, etrafıyla iletişim kuramayan, sırt üstü sürünebilmek dışında hareketleri kısıtlı, babasının ve annesinin şefkati ve yardımıyla yaşayan bir çocuktur. Soğuk, "bilimsel" heyetlerin bitki-moron gibi tehşistler koyduğu Mateusz, babası ve annesinin çabasıyla hayata tutunmaya gayret etmektedir. Ufak Mateusz babasını kaybeder. Büyük çaresizlik ve mutsuzluk içinde engelli oğlunun bakımını yapan anne, artık büyüyen oğlunu taşırken düşer. Ablası Mateusz'u zihinsel engellilerin bakıldığı bir merkeze götürür. Mateusz'un iletişim kurabilme ve kendini diğer insanlara anlatabilme gayretidir filmin konusu.
Filmde Mateusz' u oynayan ouncu bukadar zor bir rolün üstesinden nasıl geliş?. Film boyunca, oyuncunun gerçekten engelli olduğunu düşündüm. Filmin sonunda gerçek Mateusz ile filmdeki Mateusz'un  kameralara keyifli bir şekilde poz verdiklerini görünce... Evet film gerçek bir yaşamı anlatıyordu. Hem de çok etkileyici bir dille.

Film sonrası yaşam hakkı üzerine uzun uzun düşündüm. Ve düşünmeye devam edeceğim.
Şımarıkça yaşamını  heba edenlerin izlemesi gereken bir film. (İntahardan bahsetmiyorum. Şımarıkça bir şey değildir intahar)

http://www.imdb.com/title/tt3092552/

24 Nisan 2014 Perşembe

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde

M. Gülsoy  yeni romanı "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" ile (bana kalırsa) "roman" sınırlarını geniştetip içine pek çok şeyi katmış.

"Ey okur" diye sesleniyor, ömrünün son günlerini yaşayan avukat. Yıl 1998, yer Moda. Deri kaplı, el yazısıyla Fransızca yazılmış mektupların olduğu defteri 1968 yılında nasıl edindiğini anlatıyor. Mektupları çevirme ve yayınlama nedeninin ip uçlarını veriyor: 
"Beden de geçiyor, ruh da... Ama işte yazı kalıyor geriye. En azından biz öyle teselli buluyoruz"

Sonra F.'den Alex'e 1908'de yazılmış mektuplar başlıyor; Rimbaud'un "Sarhoş Gemi" şiiriyle. Tıpkı çeviri bir kitap okur gibi, yayıncının ve çevirmenin notlarıyla aydınlanıyoruz roman boyunca. Çevirmenin zihni bizi yokladıkça, çevirmen teselli buluyor, belki?

Osmanlı  kritik bir dönem geçirmekte. F., Annesi Fransız, hiç tanımadığı babası Türk olan genç bir adam. F., bir Fransız gazetesi için, Osmanlıda olup bitenlerin muhabirliğini yapmaya, çocukluğunun ilk on yılını geçirdiği Istanbol'a gelir. Okuduğumuz, yolculuğunda ve sonrasında F.'nin hasta arkadaşı Alex'e yazdığı mektuplardır. 

Roman boyunca, tarihsel, sosyolojik, felsefi, mitolojik, edebi... referanslar eşliğinde, F'nin geçmişini ve bugününü arama serüvenini, büyük bir heyecanla okuruz. Fuat'ın zihinsel dünyasında tedirgin, hüzünlü, mutlu...ruh halleriyle geziniriz. Yalnız Fuat'ın zihininde değil, tutunmaya çalıştığımız bu toprakların acılarınında da geziniriz, Fuat gibi; kendimizi farketmek, nefes alabilmek için.  



"Benim Fransa'dan biz diye bahsetmeye hakkım var mı?"
"..işte ezan okunuyor ve ben kim olmadığımı fark ediyorum- Frank Fuat "
"Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için"
"Hasta adam ölüyor ceset ne olacak?" ... "..hasta adam kim?"
"Baban, Beşir Fuat çok köklü bir aileden geliyordu" 
"Darağaçlarını gördüm Alex. İnsanlar sallanıyordu boşlukta...Ben bütün bunlar olup biterken ölülerin gölgeleriyle güreşiyordum."
"İnsanlar, biz iyiyiz, diğerleri kötü, diyor. Hep aynı şey. Hayır bunları söyleyen bir deli değil"
 
Henüz bitirdiğim romanın bende bıraktığı his kalıcı olacak. Yazar, okuyucuyu  romanının ötesine  taşımış.  Romanda işaret edilmiş ve üstüne düşüneceğim pek çok meselem var. Bu nedenle bu romanı okuduğumda bitiremedim. 

Kısacası, kurmacasıyla, iç ve dış dünyayı ortaya koyuş biçimiyle eşsiz bir eser M.Gülsoy'un "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" si. 


Murat Gülsoy, sadece üretmekle yetinmeyen bir yazar. Aynı zamanda okuyucusunu, dinleyenlerini* besleyen bir tarafı var. Bu eserinin memlekette ve ötesinde hak ettiği değeri göreceğini umuyorum. Benim gibi biçok okuru ekileyecektir "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" ...

* Youtube' e erişebilirseniz, TRT'de yayınlanan Edebiyattan sinemaya uyarlanan eserlerin konu edildiği proğramları izlemenizi tavsiye ederim.


9 Nisan 2014 Çarşamba

Kapanan kitapçılar ve hayatıma girenler

Edebiyatı dünyasını geç idrak ettim. Yaşadığım bu çirkin, zalim, acısı bol dünyadan sıyrılıp usulca yazarın yarattığı dünyaya sokulmak beni diri tutuyor. Zihnini pek sevdiğim yazarların sayesinde soluk alıyorum...

Bir iki sene önce Leyla Erbil tarafından alaşağı edilip gökyüzünde süzülmüştüm. Dönüp durup ah Leylam derken Sevim Budak ve Tezer Özlü tarafından büyülenmiş olmanın keyfini şimdilerde yaşıyorum. Ne zavallı bir okurum;  bunca "tanrıça" ile yeni tanışıyorum.

Zihnini pek sevdiğim öyle çok yazar var ki...Şu aralar Tezer Özlü- Zaman Dışı Yaşam ve Sevim Budak- Yanık Saraylar' ın etkisindeyim. Bir kitabın etkisine girebilmenin tadına ilk kez, 17 yaşımda varabilmiştim:

94 senesinde İstanbul'a geldim. Bu şehirde beni en çok etkileyen boğaz,  Beyoğlu'nda renkli insanlar ve   kitapçılar olmuştu. Cadde üstünde, ara sokaklarda bir sürü kitapçı vardı. Sadece Beyoğlu mu?  Nişantaşı, Kadıköy,...Üsküdar'da bile vardı kitapçılar. Geldiğim yerde kitapçı yoktu. İki tane kırtasiye dükkanı vardı. Evimizin kütüphanesi olmadığı gibi, etrafımda pek kitap okuyan yoktu. Kitap okumak okulda özendirilirdi ama, edinecek kitap kırtasiyede üst üste istiflenmiş on-on beş kitaptan ibaretti. Küçük lord diye bi kitap almıştı annem bana. Bütün yaz küçük lordu okumaya çalışmış, okuduklarımı anlayamamıştım. Hep kafam başka yerlere gitmişti.

İstanbul'da öğrendim ben kitap okumayı, okuduğumu hissedebilmeyi. Pek çoğu bugün olmayan o kitapçılar sayesinde.



14 Mart 2014 Cuma

Güle güle BERKİN, hoş geldin UMUT

İçimde gezinen duyguyu tariflemek için zihnimdeki kelimeler bunca kifayetsiz kalmamıştı.

Öldürdüler Berkin'i, yeryüzünde sade bir soluk değil O artık.

Yok etmeye çalıştıklarında çoğalan, yeniden yeniden  yeşerecek umut şimdi Berkin.
Rengi, şekli, cinsiyeti, dini, dili olmayan bir umut;
algılanmayan,  duyumsanan. 
Duyumsayanı kavrayan, takat veren...   Umut O!

Ah ne çok kirletmeye çalışırlar  Umudu?  Ama yapamazlar! UMUT güneş gibi;  balçıkla sıvanmaz!

Berkin sonsuz, Berkin tarifsiz.  Ve hep yaşatacak O'nu bu dünya


10 Şubat 2014 Pazartesi

Dünya Ağrısı


Ayfer Tunç'u ilk kez "Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi" ile tanımıştım. Romanı bitirdiğimde sarsılmış, öfkelenmiş, ağlamış, umutlanmış, tarifi mümkünsüz bir tad almıştım. Sonrasında yazarın ve eserlerinin müptelası olmuştum. Hayata, edebiyata bakışıma çok şey katan yazarlardan kendisi.

Ayfer Tunç, Türk edebiyatındaki yirmi beşinci yılında "Dünya Ağrısı" romanıyla nefes verdi okurlarına. Bu topraklardaki heba olan yaşamları, cinayetleri, katliamları, değer yargılarını, aileyi, kendi olamama halini, bir sürü meseleyi ustalıkla taşımış hikayesine.

A. Tunç,  hayatın yakasına yapışıp uçurumun kıyısındaki hayatlardan öfkeyle sesleniyor "Dünya Ağrısı" adlı eseriyle. Romanı okurken anlatıcının zihninden izledim sanki tüm metni. Kelimeler, bazen bıçak oldu zihnimi kesti; bazen bir ninni gibi ağrımı dindirdi. Canım yandı, üşüdüm, öfkelendim, karşımdaki aynayı kırmak, bozup yeni baştan tanığı olduğum tarihi yazmak istedim. Ama olmuyor; "Yaşanmıştan kurtulmak yok. Unutup kurtulmak yok". Bu toprakların ağrısı, her birimizin içine işlemişken, huzur bir başına bulunamıyor.

"İnsan bir uçurumdur" Yakasına yapışmalı bu yaşamın, düşmek bir işe yaramayacak...


3 Şubat 2014 Pazartesi

Lolipop

Çıplak ayakla sokakta  yürüyen, annesi çoktan gömülmüş çocuğun ayakları çok küçüktü. Yerdeki kırık, siyah cisimler battıkça, çocuğun ayakları kanıyordu. Çocuk babasını arıyordu; yıkık, deşilmiş binaların olduğu sokaklarda. Ufak ayakların kandan  izlerini takip ettim. Aylardan Recep'ti ve çok üşütüyordu patlama sesleri.

Gülen yüzlü Sam amca çocuğun yolunu kesti ve çocuğa bir lolipop uzattı. Çocuk lolipopu almadı. Sam amca çocuğun burnunu sıktı. Çocuğun burnu kanadı. Sam amcanın ellerine  kan bulaştı; gene! Burnu ile nefes alamayan çocuk ağzını açtı. Sam amca lolipopu çocuğun ağzına soktu. Çocuk böğürdü ama duyan olmadı. Gökte uçan kapkara kuş, Sam amcayı alıp  götürdü.

Kulaklarım çınladı,  yer-gök inledi: Allahuekber sesine. Sonra soğuk kılıcın sesi duyuldu. Gökten yere kesik kafalar düştü. Çocuğun kanayan ufak ayaklarının yanına babasının kesilmiş başı düştü. Allahuekber sesi dinmedi. Aylardan Recep diye miydi?

Sam amca, beni televizyonun önüne oturttu. Televizyondan  genen "haydi sen de sınırsız tarifeye geç, özgürce konuş" cümlesi zihnime mıhlandı. Sınırsız tarifeye hapsoldum. Sam amca bana da lolipop verdi. Benim burnum kanamadı ama çocuğun burnundan kanlar fışkırırcasına akmaya devam etti. Lolipop elime yapıştı. Televizyondan "esefle Esed'i kınarız" diye sesler geliyordu. "Kınaları al Sam amca, münasipçe kullan. Recep vaktiyle kanatma çocukları" dedim, sınırsız tarifenin hapsinde.
Recep vaktinde çocuklar çok kanıyor.

24 Ocak 2014 Cuma

Babamın Sesi

Filmin Afişindeki kişi, Basê Doğan (Filmin yönetmenlerinden ve oyuncularından Zeynel Doğanın annesi). Base, oğlu Hasan'ın evine dönmesi için dualar ederek taş dizmektedir. Eve gelen sessiz telefonlara, Base oğlu Hasan diye konuşur. 
Base'nin sesi...

Mehmet: Base'nin Küçük oğlu, eşyalar arasından geçmişi bulur. Geçmiş bize eskiden kaydedilmiş kasetlerle ve bir gazete küpürüyle aktarılır. 
Babanın sesi ...
Geçmişin sesi...

Base, geçmişi yok saymak isteser,ama geçmiş kireçle boyanan ağaç gövdesi gibidir; gökten inen gözyaşlarıyla ortaya çıkar. 

Üzeri örtülmeye çalışılan bir katliamın ve bir dilin sessiz çığlığını anlatır film, geçmişteki sesle. 

Bukadar özel çok az film izledim. Bir film; hem de politik bir film, daha estetik olamaz herhalde? Sinema daha çok görsel duyuya hitap eden bir anlatım biçimi. Sesi bunca önplana çıkararak böyle bir filmin üstesinden, genç yaşta gelmek... Ödülleri en haketmiş film, "babamın sesi" bana kalırsa.

Bir de filmi izlerken bunca zaman bir dolu şey paylaştığım Kürt arkadaşlarımın, tanışmadan hayatımın kesiştiği insanların diline özensiz olduğumu farkettim ve utandım kendimden. Birkaç kelimesi dışında bilmediğim bu dilin güzelliğini, dansını, rengini bu filmle keşfettim.

Vikipedi sitesinden alıntıdır: 
Babamın Sesi (KürtçeDengê Bavê Min), Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan'ın yönetmenliğini üstlendiği 2012 yapımı dram filmi.AlmanyaFransa ve Türkiye'nin ortak yapımı olan filmin galası 29 Ocak 2012'de Uluslararası Rotterdam Film Festivali'nde düzenlendi. Filmin çekimleri Diyarbakır'da gerçekleştirildi. Babamın SesiMaraş Katliamı'ndan etkilenen Kürt-Alevi bir ailenin hikayesini ele almaktadır. Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nden "En İyi Film Ödülü"nü alan film, yönetmenlerden Zeynel Doğan'ın ailesinin gerçek hikâyesinden yola çıkılarak oluşturuldu ve filmin merkezinde, Doğan'ın babasından kalan kasetler yer almaktadır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Babam%C4%B1n_Sesi




23 Ocak 2014 Perşembe

Sen Şarkılarını Söyle-Başka Sinema

Galiba 60 ların Amerikasında geçer film. 60 ların amerikası meleketimin geçmişinden daha tanıdık benim için; bunda bi tuhaflık var ya, hayırlısı dedim içimden. Bu farklı bir Cohen kardeşler filmi bana kalırsa. Islak, soğuk,sıcak, kahve kokan, hüzünlü, pisi mırıltılı.
Zaman-mekan bağımsız bir film galiba? Sonunda kendi kendime söylendim "sen şarkılarını söyle"  ve sen! şarkılarını söyle, sonra?; hepimiz şarkılarımızı söyleyelim...
Film işte bukadarcık

Sen Aydınlatırsın Geceyi-Başka Sinema

Çok yetkin oyuncular, nefis bir kurgu var karşımda. Özenle işlenmiş kareler, düşünülmüş, taşınılmış felsefik çümleler...

Böyle bir film Sen Aydınlatırsın Geceyi. Hem sevimli, hem hüzünlü, hem düşündüren, hem de  haz veren. Basit ama zor bir film. Görselleri, duyguyu sıradışı verişi, müzikleri vesairesi. Çok emek verilmiş belli.
Bukadar 'derin' den saflık, çaresizlik, aşk vs meselesini anlatan bir film de 'kötülüğün' bazen öznesi, bazen aracı olarak hep kadın işaret edilmiş. Aşık olunan kadın, saflığı ortaya koyabilmek için bir figurandır ve aslında kirlidir. Gebeliğini yamamaya çalışır kadınlar film boyunca, nizam dışı gebeliklerini. Anne karakteri yoktur zaten, çoktan öldürülmüştür. Fimin de 'kadın' böyledir diye bir anlatım yok elbet ama satır aralarından bunu görmek çok çok kolay. Özellikle yapılmış olmalı. Filmi yapanların ( yönetmen ve senarist olmalı işaret ettiklerim?) kadınlardan tiksindiği aşikar ve belliki bu nefreti göstermeye gayret etmişler. Film bence altın bamya yı fazlasıyla hak ediyor. Benim gördüğüm en iyi altın bamya. Hatta bamya için çekilmiş olabilir film? Ama hakkını da verelim, kadına yönelik şidet için öz bir eleştiri de var filmde. Şiddeti hak etmese de, kadın "kirli" işte!


Ben Onur Ünlünün ismini çok duyup, merak edenlerdenim. Bir bölüm dizisini ve  'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ ni izledim. 
'Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ filmi 2011 yapımı, belki film 1980x - 199x yapımı olsaydı başka etkisi olabilirdi de, 2011 yapımı olup da 'cumhuriyet eliti' ne dokundurmak başka bir şey oluyor. Fazıl Say üzerinden yaratılmış karakter bende büyük öfke yaratmıştı. Sen Aydınlatırsın Geceyi izlerken, Onur Ünlü'nün Fazıl Say'ı anlatış biçimindeki Say'ın kendini üstün göreme halinin Onur Ünlü' de vücut bulduğunu izlenime kapıldım.  Aklıma mühendislik fakültesinde kendini dahi sanan, kadınları aşalayıp duran ama yüzlerine bakıp da iki laf edemeyen gençler geldi. Dahi değiller demiyorum, dahiden anlamam :)
Bu arada, bir süredir Fazıl Say'ın İlk Şarkılar albümmünü dinlemeden huzura eremiyorum. Fazıl Say dahidir demiyorum, nitekim dahiden anlamam.


Dediğim gibi, sade bir izleyici olarak zihnimde kalan kırıntıları serpiştiriyorum. 




22 Ocak 2014 Çarşamba

Mavi En Sıcak Renktir-Başka Sinema

Masmavi bir film; lise öğrencisi Adele'in  mavi saçları olan Emma ile kendini, cinselliği ve yaşamı keşfetmesinin hikayesi var karşımızda. 
Oyuncular özellikle Adele, izleyiciye duyguyu çok güzel hissetiriyor ve bana kalırsa oldukça zor bir rolün mükemmel bir şekilde üstesinden geliyor. Film pornografik olarak lezbiyen bir ilişkiyi izleyicisine anlatıyor ve pornografi bir yöntem olarak çok iyi kullanılmış. 
Hikaye, bildik bir hikaye : Adele orta-alt sınıf bir ailenin çocuğu olmanın izlerini taşır. Emma orta-üst "entellektüel" bir ailenin sanatçı çocuğudur. Bu sınıfsal fark, genç Adele ve Emma'nın  ile ilişkisine zamanla yansır. Yeterli 'entel' liğe ulaşamayan Adele ve Emma nın ilişkisi, Adele'in gözyaşlarıyla sona erer. Bu kadar bildik ve basit bir hikayeye lezbiyen bir çift oturtulunca, hikaye çok farklı bir yerde duruyor. Filmin meselesini anlatış biçimi kusursuz ve film izleyicide etkili bir tat bırakıyor. Ayrıca cinsel tabuların yıkılmasına ve dayatılan heteroseksüel dünyaya başka şeyler fısıldıyor. Bence film tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor.

Yozgat Blues-Başka Sinema

Oyuncular mükemmel! Dee, film bende oldukça kötü bir tat bıraktı. 
Beyazperde.com sitesinden alıntıdır:
Yozgat, Yavuz ve Neşe'nin hikayesinin başladığı ya da bittiği yerdir... Aldıkları bir iş teklifi sonrasında Yozgat'a taşınan müzik öğretmeni ve şarkıcı Yavuz ve öğrencisi Neşe hayatlarının önemli bir dönüm noktasına adım atmak üzeredir. İcra ettikleri müzik türüyle bu yeni şehirde kimsenin ilgisini çekemeyen ikilinin çabalarına, buraya taşındıkları ilk günlerde tanıştıkları Sabri'nin yardımları da eklenir ancak sonuç yine olumsuzdur. Bu olumsuz sonuç beklenmedik gelişmeleri de beraberinde getirir...
Film Yozgatta geçer, ama filmde Yozgat'a dair birşey görmeyiz, tadamayız: bir merdiven altı, bir otel odası, bir müzikhol, bir dükkan, radyo program odası, bir iki dükkan bukadar. Film bizi dört karakterle tanıştırır: İstanbul'dan Yozgat'a gelen Yavuz ve Neşe, Kuaför Sabri bir de Sabrinin dostu 'sanatsever' KAmil. Bu insanlara ve yaşadıkları dünyaya ilişkin hiç bir ipucu bulamayız filmde. Film vermeye çalışır belki?; Yavuza peruk taktırır, babasının ölümünü sokuşturur, Sabrinin arkadaşına otobiyografik roman yazdırır , Neşe'nin bencilliğini, koca bulma sevincini gözümüze sokar... falan ama benim izleyici olarak zihnimde içi boş kalmıştır karakterlerin. Yavuzu filme güzel sokup ( ilk sahne) güzel ayırmıştır (son sahne) ama Yavuz karakterinde de filmi kavramışlık bulamadım.  Bu dört  karakterle bir dramatik komedi vardır karşımızda. Sinemada, edebiyatta  sıkıntılı taşralılık hallerine alternatif,  başka bir bakışaçısı verilmeye çalışılmış tahminimce; ama olmamış. 

Bence filmde hüzne, taşralılığa çiğ bir üstten bakış var. Hissettiğim bu sevimsiz küçümsemeyi sahnelerden örneklerle anlatmam  zor. Filmden çıkınca  toyluğum geldi aklıma:

Bizim oralarda da aynı filmdeki gibi yerel radyo vardı, gençler dinlerdi. Şiir falan da yazmaya, gitar falan çalmaya çalışırlardı. 17 yaşında okumak için taşradan İstanbula geldim. Kitaptan, gazeteden, edebiyattan, sinemadan bi haber bir genç iken, birden "entellektüel" bir ortamın içine düştüm. bir sene sonra memleketime gittim. Akrabamızın ben yaşında çocuğu vardı, o yerel radyoyu hüzünle, aşkla dinlerdi. Radyodan parça isterdi. Çok küçümsedim içimden O'nu. Oysa Pink Floyd dinleyerek varoluşsal sorgulamalar yapılmalıydı. Doors dinlenmeli, radyo olarak kent - hür fm falan dinlenmeliydi*. Yüzüne birşey demedim elbet, belki anlamıştır halimden? ezilmiştir, gözleri yere kaymıştır?  Şimdi nasıl utanç duyuyorum bu küçümser halimden, anlatamam. Film boyunca salondan gelen gülme seslerini duyduğumdaki öfke, kendimeydi sanırım.

Neyse bir izleyici olarak filmin bende bıraktığı tadı sevmedim. Karakterler filmin meselesinden bukadar kopuk olmasaydı belki farklı bir tat bırakırdı bende? Belki de komedi ile hüzün bu seneryoya iyi gitmemiş? Bilemiyorum. 

* Kaybedenler klübü diye bir program vardı, sonradan filmi çekildi-izlemedim. İşte o program üstten bir kahkahayı hakediyor. Bu programı bugün durduğum noktadan zavallıca buluyorum. Donun ne renk diye soruyorlardı kadınlara.

Kusursuzlar-Başka Sinema

Kadıköy-Rex e gittim. "Kusursuzlar'a bir bilet" dedim. Arkamdan bir kadın seslendi: "pardon, Kususrsuzlar güzel mi?" Anlamsızca bakınca kadının yüzüne, " konusu neymş , salonun girişinde yazmıyor da" dedi. "Konusunu da bilmiyorum, başka sinema filmlerini öncesinden incelemeden izliyorum" dedim, ileride duran broşürlerden birini alıp kadına verdim. Film için beklemeye koyuldum. Evet, başka sinema çok iyi geldi bana. İzlerken aldığım keyif bir yana, filmi izledikten sonra filmleri zihnimde yeniden, yeniden üretiyorum. İyi bir sinemasever değilim. ne yönetmenleri, ne oyuncuları, ne alınan ödüllerin bir seceresi vardır kafamda. Sadece izlerim. İzlediğim filmler, kareler, müzikler bazen gelir geçer, bazen kazınır kafama. Neyse, ben sinema otoritesi değilim. Bu nedenle sinema hakkında yazdıklarım, sadece düşünsel pratik yapmak için. Kimsenin emeğine dil uzatmak değil niyetim. Yazdıklarım sadece bir izleyicinin yorumları olarak algılanır, umarım.

Kusursuzlarda az mekan, az oyuncu, çok hikaye var. Hem de öyle böyle hikayeler değil.
İki kız kardeşin odağında olduğu film, ufak ayrıntılarla bize buz dağının altını gösteriyor. Kızkardeşi olanların bu filmi daha başka izleyeceğine aminim:)  Gönüllü mü,  zorunlu mu anlaşılamayan bu ilişkideki ötekinin acısına hem merhem olmak, hem de yarayı kanırta kanırta acıtma hali çok iyi verilmiş. Ya memleketimde kadının hallerini?( aslında kadınlık hallerinin bir sınırı yok dünyada ama kadının hali bir başkadır memleketimde!) Böyle zor iki kocaman mesele bence ufacık bir sinema filminde daha iyi ele alınamazdı. Ayrıca "layt" ilerleyen  filmdeki gerilim ve merakın sonuna kadar sürmesi ve son sahneyle çat diye izleyicinin yüzüne vurması da çok taktir edilesi. Belli ki tüm film ekibi çok uyumlu çalışmış. Zor misyonu olan bu film için çok emek verilmiş ve seyirciye güzel bir iş aktarılmış. Oyuncular tam anlamıyla KUSURSUZ!


Not: Eve geldim, internette araştırdım. Film Altın Portakalı almış. (Yani benim sinema ilgim de ...) Çok iyi yapmış bence Portakalı verenler, dedim kendi kendime. 

10 Ocak 2014 Cuma

Hırsız Var

Muhammet, kömür gözeleri uzaklara bakan, kiraz dudaklarını ısıran, tüyü bitmemiş bir mübarek oğlan. Rahmetli babası inşaatta sıva yaparken gözü kararıp boşluğa düştüğünde, altı yaşındaydı Muhammet. Anacığı biricik yetimini eksik bırakmamak için çok çırpındı ancak tuhaf bir hastalık geldi de O'nu buldu; sağ yanı ve yüreği titredi durdu. 

Şehrin yorgun yollarında,  fukara mahalleliyle şafak sökülür. Muhammet on bir yaşında, arabasıyla düştü o yollara. Teneke, plastik, şişe, kutu, gazete, işe yarar ne varsa topladı Muhammet. İlkin, eldivenlere rağmen acıdı elleri, körpe bedeni sızım sızım sızladı. Pes etmedi Muhammet; yürüdü-yürüdü, aradı-buldu. Zamanla acıyan elleri nasır bağladı, bedeni de nasırları gibi katılaştı. 

Muhammet'i işbaşında görenlerin kimi "bakamıyorsan niye doğurursun bu çocuğu" diyerek söylendi. Kimi üst-baş, kimi de evde biriktirdiği geri-dönüşümleri verdi. Günler sırayla geldi-geçti: Cumartesi-pazar kalabalık ve bereketliydi. Diğer günler, çocuklar okula giderdi. Cuma en güzel gündü;  kokusu, gürültüsü, karmaşası keyif veren pazar kurulurdu.  

Muhammet büyüdü mü? Bulduğu oyuncağı değil, kaygan kağıttan renkli dergiyi kendisi için ayırdı. Şehre karanlık çöktüğünde anacığının titrek ellerle kaynattığı çorbayı içip, devşirdiği bu dergiye baktı. Okumaya koyuldu da, bir paragrafı bitiremeden gözleri kapandı. Anacığı üzerine yorgan örttü.

Ertesi gün hava çok soğuktu. Muhammet’in burnuna pazarın kokusu çalındı. Daha dün, cuma değil miydi?  Günlerin hızına şaşırarak ilerledi. Pazarın girişine konulan yeni çöp konteynerini gördü, yanaştı. Ayıklarken çöpleri, gözü takıldı kaldı: Muzlara; pazarın ilk tezgahındaki.

Pazar arabasına oturttuydu babası. Tezgah hizasından seyre daldıydı pazarı. Bir kadının torbasından  elmalar yere saçıldıydı. O, yerdeki elmalara bakarken, babası bir  muz aldıydı. Hayal meyaldi; babasının gülümsemesi, derin yarıklı ellerin kabukları yavaşça soyuşu, muzu uzatışı, başını okşayışı, "büyüsün, aferim oğluma" derkenki sesi. Çok sevdiydi o gün muzu, bir daha yedi miydi?

Tezgahta duran muzlar mıydı canının çektiği? Bilemedi. Cebinde para yoktu. Çıkınında ekmeği vardı da karnı aç değildi. Yeni konteynerden çok pet şişe çıktı. Bitirdi işini. İlerlemeye başladı. Tezgahın yanından geçerken durdu. Abiler-ablalar ellerinde bir tomar gazeteyle yolda yürüyordu. Gazetelere baka kaldı. Gazeteler, abiler-ablalarla pazara girdi. Muhammet'in gözü gene tezgaha kaydı. Arabasını yüklendi,  adım atacaktı ama ayağına bir kasa muz takıldı. Eğildi, kasayı tezgaha doğru itti. Muzlardan biri öbekten kopmuş, tek başına, en üstte duruyordu. Babasının soyduğu muz mu sanmıştı? Elini muza uzattı. Pazardan bir ses yankılandı: "Hırsız Var! Halktan çalıyorlar! Yazıyor! Hırsız var!"

Anacığının elleri oluverdi sanki Muhammet’in elleri. Muz yere düştü.  Doğruldu, arabasını yüklendi,  koşarak ilerledi. Titreyen bacaklarıyla daha öteye gidemedi, köşe başında durdu. Kaldırıma oturdu, başını eğdi, gözyaşılarını yere akıttı.