24 Aralık 2013 Salı

Koleksiyoncu


İki karakter, bir mekan kullanılarak yaratılmış derin bir roman.

Kelebek koleksiyoncusu Ferdinand, hayat dolu bir resim öğrencisi olan Miranda'ya aşıktır. Koleksiyoncu, genç kadını kaçırarak bir mahzene(bodrum-zindan da denebilir) kapatır. Roman üç bölümden oluşmakta. İlk bölüm, koleksiyoncunun gözünden kaçırma ve sonrasındaki süreci anlatır. Bu bölümde kullanılan yavan dil, anlatıcının aşka  bakışı ve geçmişine ait izleri ile koleksiyoncu zihne kazınır. İkinci bölümün tamamı genç kadının tutsak olduğu süre boyunca tuttuğu günlüklerdir. İlk bölümdeki hikaye, genç kadının bakış açısından yeniden anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm merakla beklediğimiz ama aslında bildiğimiz finaldir. 
Yapısı bu kadar basittir romanın. Kullanılan dil de bir o kadar basittir.
Ama hiç bir şey basit değil bu romanda. Bir solukta okuduğum roman bir gülle gibi geliverdi üzerime. Aslında metnin pek çok şeyi işaret ettiğini, okuma bitirdikten daha sonra farkettim.

Peki, bir antikahraman hatta  işkenceciyle nasıl empati kurmuştum? Ya tutsak tutulan kadın ile kurduğum ilişki? 

Koleksiyoncu içinde yaşadığım bu yığın gibi, ya ben/sen/o?

Biriktirilen, bir kenara koyulan, kimsenin ilgisini çekmeyen ölü yaşamlar? nasıl da çok

Gecmişte itilenlerin iktidarlarında kin ve sevgi birbirine benziyor:
Sevgiyle kurutulmuş yaşamları insanımızın? 
Ya da Sevgiyle birbirimizi boğma halimiz? Oysa çok sevmiş, altından kafeslere koymuştuk. 

Koleksiyoncunun, yok olmak üzere olan "aşkına" yardım etmek isteyip "elinden gelememe" hali?  Ve sonra yitirilen yok gibi, yeni "aşkı" karşılaması; bildiğimiz öyküsü hayatın? 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder