27 Kasım 2013 Çarşamba

Sultan ve Şair

Sema Kaygusuz 'un yeni kitabı; haberini alır almaz  kendimi kitapçıda buldum. Kitabı elime alıp merak uyandırıcı kapak resminin üzerinde "oyun" ibaresini görüdüğümde yaşadığım hayalkırıklığı ve Kaygusuz'un eserini kavrayamam endişesi nedeniyle, buruk bir utanç hissettim.

Edebiyat dünyasını geç keşfettim. Arayı kapamak için hevesle çalışıyorum. Bunca çalışmaya karşın ömründe hiç oyun okumamış olmak zavallıca bir duygu. Bir metne "oyun" olduğu için mesafeli durmak olmaz diye düşünüp başladım okumaya. 

Sultan ve şair, ilk cümlesinden son cümlesine mekanın ve olayın içine mıhladı beni. Sahnelerde kullanılan dialoglarla tarihin kanlı delhizlerinde ilerlerken, tanığı oldum katliamlar zihnimde lüferin acı çığlığıyla canlandı. Yaşananlara izleyici olmanın, deva olmayacağını bilerek çıkardığım cılız seslerin verdiği utançla, soluduğum zamandan çıktım. 

Güneşli bir sonbahar sabahı Galata köprüsünde bir balık avındayız. Sultan bundan bin yıl önce düşmana esir düşmüş olan Şairi kurtarmış.  “Şiir kutsala sövmüş”, Sultan da görünmez mızrağını Şair’in göğsüne saplamış. Yıllar sonra Sultan Şair’i bulur ve ondan mızrağını ister: 
şair — deme ya, nasıl bir mızraktı bu? 
sultan — şahane bir işçiliği vardı. hindistan hükümdarının sünnet hediyesiydi. yakut ve zümrütlerle bezeli kabzası beyaz yeşim taşındandı. kabzanın tam bitimindeki kûfi süslemelere bakmaya doyamazdım. bıçak kısmı demirdendi tabii. işte ben bu şahane mızrağı tam göğsünüzün ortasına sapladım. sizden böğürtü gibi bir ses çıktı, can havliyle bileğimi tuttunuz, derken gözleriniz matlaştı, gerisini hatırlamıyorum. şair canı yanmışçasına göğsünü sıvazlar. 
şair — peki ne zaman oldu bu? 
sultan — herhalde bin yıl kadar önce, tarihini tam bilmiyorum… ne var ki olayı anbean hatırlıyorum. 
şair — (alaylı) bir saniye bir saniye biraz yavaş olalım… hatırladığın adamın bizzat şahsım olduğundan emin misin? 
sultan — elbette, sizi nerede olsa tanırım. 
şair — biraz daha açık olalım, senin tarafından öldürülen adam olduğumu mu söylüyorsun, yoksa öldürdüğün adamın ben olduğunu mu? 
sultan — ne fark eder? ikisi de aynı anlama geliyor. 
şair — olur mu yahu? ölü adamın niteliği burada çok önemli. birinde ölü adam olarak ben özneyim, nasıl hatırladığına bağlı olarak… ama diğerinde cinayetin nesnesiyim ki bu benim açımdan çok daha feci.” 
İkinci sahnede Sultan bin yıl önce Şair’in kellesini almıştır ancak ibreti alem olsun diye sokaklarda gezdirirken kelleyi kaybetmiştir. Yıllar sonra Şair’den kellesini ister: 
“sultan — İşin doğrusu sana verdiğim ıstıraba vurgunum ben.
şair — Benim kesik kafama
sultan — Tanrı senin kesik kafanın içindeki bin yıllık boşluk..
şair — Boşluk dediğin sonsuz bir açlık...”

Üçüncü sahnede sultan sairliğe öykünür:
 “şair —Benim sana söyleyecek tek bir sözüm yok delikanlı. Sen biraz balık avla bence, kuş dinle, rüzgara kapıl, bedelini ödeyeceğin aşklar yaşa, duygulan! Kıskan kirlen rezil ol, aşağılan biraz, küs, kız, dertlen, ihanete uğra sonra hakkını ara, canın kimi çekiyorsa onunla seviş, hayal kırıklığı yaşa, dizlerinin üstüne çök, gün gelir bir ihtimal hakiki şiire yer bulursun. Böyle kof dizelerle kimsenin yasını tutamazsın. Haydi bana eyvallah!” 
Dördüncü sahnede güzel bir özeti vardır tanığı olduğumuz katliamların:  


"sultan — Seni ben yakmadım
Şair— Kim yaktı peki?
sultan — Ulema yaktı"
Ve de mucizesi şiirin...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder